Geçen yıl katıldığı tüm festivallerden ödüller ve övgülerle dönen Call Me by Your Name, yaz tatillerini İtalya'daki villalarında ailesi birlikte geçiren 17 yaşındaki Amerikalı lise öğrencisi Elio'nun hikayesini anlatıyor. Bir arkeoloji profesörü olan babası her sene bir asistanını yazlık evlerinde misafir ediyor. O senenin (1983 yazı) piyangosu yirmili yaşlarındaki Oliver'a vuruyor. Elio, odasına el koyan Oliver'dan başlangıçta rahatsız olsa ve onu biraz kıskansa da, yavaş yavaş onunla ilgilenmeye başlıyor.
İtalyan yönetmen Luca Guadagnino'nun filmi öncelikle beş duyumuzu harekete geçirmede son derece başarılı. Oyuncularla birlikte sanki biz de 1983 yazının kuzey İtalya'sında o kasabadayız. Yazın sıcağı sanki filmi izlerken yüzümüze vuruyor. Sanki sinek vızıltıları arasında bahçedeki o meyve ağaçlarının kokusunu biz de duyuyoruz. Filmin sinema dünyasına en büyük hediyelerinden biri de şüphesiz Timothee Chalamet. Bu sene Ladybird'de de izlediğimiz genç oyuncu, bakışlarıyla, mimikleriyle, samimi oyunuyla 17 yaşındaki yeniyetme Elio'nun masumluğunu ve özgüvensizliğini çok iyi geçiriyor izleyenlere. Sonda şömine başındaki uzun sahne ise, herhalde en duygusal jenerik akışı olarak yer edecek sinema hafızamızda.
Filmin tek tek ele alındığında gönül çelen yanları çok olsa da, toplamına bakıldığında anlatılan hikayenin beni pek o kadar etkilemediğini de söyleyeyim. Karakterlerin geçmişleri ile ilgili yeterince bilgi verilmemesinden mi, yaşadıkları ilişkide herhangi bir engel ya da çatışma olmamasından mıdır bilmem, ben pek kapılıp gidemedim Elio'yla Oliver'ın aşkına. O melankoliyi yakalayamadım. Birbirlerine açılamama durumu ilk başlarda hikayeye belli ölçüde bir merak duygusu katsa da, baklayı çıkarıp aşklarını özgürce yaşamaya başladıkları andan itibaren film de sanki patinaj yapmaya başlıyor. O çok konuşulan şeftali sahnesini ise son derece gereksiz ve sakil buldum. Vardır mutlaka bir metafor, ben anlayamadım diyelim.
Benim Notum: 6,5 / 10
İtalyan yönetmen Luca Guadagnino'nun filmi öncelikle beş duyumuzu harekete geçirmede son derece başarılı. Oyuncularla birlikte sanki biz de 1983 yazının kuzey İtalya'sında o kasabadayız. Yazın sıcağı sanki filmi izlerken yüzümüze vuruyor. Sanki sinek vızıltıları arasında bahçedeki o meyve ağaçlarının kokusunu biz de duyuyoruz. Filmin sinema dünyasına en büyük hediyelerinden biri de şüphesiz Timothee Chalamet. Bu sene Ladybird'de de izlediğimiz genç oyuncu, bakışlarıyla, mimikleriyle, samimi oyunuyla 17 yaşındaki yeniyetme Elio'nun masumluğunu ve özgüvensizliğini çok iyi geçiriyor izleyenlere. Sonda şömine başındaki uzun sahne ise, herhalde en duygusal jenerik akışı olarak yer edecek sinema hafızamızda.
Filmin tek tek ele alındığında gönül çelen yanları çok olsa da, toplamına bakıldığında anlatılan hikayenin beni pek o kadar etkilemediğini de söyleyeyim. Karakterlerin geçmişleri ile ilgili yeterince bilgi verilmemesinden mi, yaşadıkları ilişkide herhangi bir engel ya da çatışma olmamasından mıdır bilmem, ben pek kapılıp gidemedim Elio'yla Oliver'ın aşkına. O melankoliyi yakalayamadım. Birbirlerine açılamama durumu ilk başlarda hikayeye belli ölçüde bir merak duygusu katsa da, baklayı çıkarıp aşklarını özgürce yaşamaya başladıkları andan itibaren film de sanki patinaj yapmaya başlıyor. O çok konuşulan şeftali sahnesini ise son derece gereksiz ve sakil buldum. Vardır mutlaka bir metafor, ben anlayamadım diyelim.
Benim Notum: 6,5 / 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder