1930'ların Paris'inde bir tren istasyonunun içinde kaçak bir hayat yaşayan, Charles Dickens romanlarından fırlamış bir çocuğun, Hugo'nun hikayesi. Son derece büyük beklentilerle gittim Hugo'ya. Beklenti olmaz mı, yaşayan en büyük yönetmen kabul edilen Martin Scorcese'nin ilk üç boyutlu filmi ve ilk "aile" filmi; iki haftadır tüm sinema eleştirmenleri ve köşe yazarları yere göğe sığdıramıyorlar, anlata anlata bitiremiyorlar, aman çoluğunuzu çocuğunuzu toplayın hep birlikte gidin diye. Filmin IMDb'deki notu 8,5. Hani neredeyse "Hugo'yu sevmeyeni dövüyorlar" gibi bir durum oluştu. Sonuç... Üzgünüm ama bu kutsama kervanına ben katılamayacağım. Evet, teknik açıdan söylenecek bir şey yok, 3D çok iyi kullanılmış, özellikle tren istasyonunda koridorların, dehlizlerin içinden, insanların arasından geçerek yapılan çekimler birinci sınıf, Scorcese gibi bir ustanın elinin değdiği anlaşılıyor. Ama ya öykü... Hiç lafı evirip çevirmeden -ve tüm tepkilere göğsümü siper ederek- söyleyeyim: sıkıcı bir film bu. İlk kırk dakika boyunca filmin düşük temposuna katlandım, "herhalde ikinci yarıda çok ilginç şeyler olacak" diye. Ama hayır, sinema tarihine ilişkin güzel detaylar sunsa da, ikinci yarıda da uçuşa geçemedi film, beni içine alıp götürecek bir hikaye olamadı. Kısaca, Martin Scorcese sinema sanatının öncülerine bir saygı duruşunda bulunmak istemiş. Hugo'nun bu sene -en iyi film dahil- birçok dalda Oscar'a aday olacağı da kesin. Ama ben kendi adıma ustanın sokaklara dönmesini tercih ederim. (6) SİNEMADA İZLENDİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder