10 Aralık 2021

Spencer

 



Pablo Larraín'in yönettiği Spencer, Prenses Diana'nın (yani gerçek adı ile Diana Spencer'ın) kraliyet ailesi ile birlikte Sandringham şatosunda geçirdiği üç günlük bir Noel tatilini anlatıyor. Yıl doksanların başıdır ve Lady Di artık  Prens Charles ile boşanma aşamasına gelmiştir. Bulimia adlı yeme bozukluğundan mustarip genç kadın, bir yandan kocası Charles’ın ihanetiyle bir yandan da geleneklerin ve kraliçenin baskısıyla başa çıkmaya çalışmaktadır.

Pablo Larrain tıpkı bir önceki filmi Jackie'de olduğu gibi yine gerçek hayattan yüksek profilli bir kadın karakteri alıyor ve onun psikolojik durumuna odaklanıyor. Bu alışılagelmiş bir hikaye şablonuna sahip, kadrodaki önemli şahsiyetlerin çarpıcı laflar ettiği, arka arkaya olayların cereyan ettiği geleneksel bir biyografik film değil. Öyle ki, Kraliçe Elizabeth filmde toplam beş dakika filan görünüyor, Prens Charles da taş çatlasın on dakika. Hayal ile gerçek arasında dolaşan anlatı, Diana’nın içine düştüğü ruh halini ön plana çıkartırken zaman zaman bir gerilim formatına bile bürünüyor. Yönetmen Diana’nın kapana sıkışmışlığını ve kapatıldığı kafeste nefessiz kalışını seyirciye birebir yaşatmayı amaçlıyor. Ve bunu başarıyor da.

Bir zamanlar Twilight serisinin Bella Swan'ı olarak şöhrete kavuşan Kristen Stewart, son yıllarda daha çok küçük bütçeli bağımsız filmlerde boy göstererek oyunculuğunu ön plana çıkarmaya ve kendini farklı bir yere konumlandırmaya çalışıyordu zaten. Spencer'daki performansı ile amacına ulaşmış gibi görünüyor. Kristen Stewart bu senenin en iyi kadın oyuncu Oscar'ının en güçlü adayı konumunda şu anda. Ben iyi oyuncu olduğunu kabul etsem de bu filmde kendini biraz fazla zorladığını düşünüyorum. "Rolün içinde kaybolmak" diye bir deyim vardır. Ben burada rolünün içinde kaybolduğunu hissetmedim, tam tersi o kafasını yana eğerek süzüldüğü, ya da fısıldayarak konuştuğu her sahnede "Kristen Oscar için bastırıyor" dedim içimden.

Benim Notum: 7 / 10

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder