Filmin ortalarında bir yerlerde Luke Skywalker, Rey'e dönüp "işler senin düşündüğün gibi gitmeyecek" diyor ("this is not going to go the way you think"). Bu cümleyi aslında Star Wars: The Last Jedi filminin tamamını tasvir etmek için kullanabiliriz. Artık sekizinci bölüme ulaşmış, herkesin herşeyi bildiğini sandığı bir evrende bu kadar şaşırtmalı, bu kadar sürprizli bir hikaye ben beklemiyordum. Yönetmen Rian Johnson'ı öncelikle aldığı risklerden ötürü tebrik etmek lazım. Johnson, bir yandan Star Wars fanatiklerini mest edecek nostaljik öğeleri oraya buraya yerleştirirken, yepyeni açılımlara, keskin virajlara cesurca dalmaktan da çekinmiyor. Lucas/Disney makinesinin dişlilerini yerinden oynatmadan, filme kendi damgasını vurmayı başarıyor. Benden Epizod 8'i tek kelimeyle anlatmamı isteselerdi, ilk aklıma gelen sıfat "farklı" olurdu. Rian Johnson, Star Wars külliyatının onun emrine verdiği bütün oyuncaklarla oynamış, ama yol boyunca bu oyuncakların birkaçını kırmaktan da korkmamış.
En önemli değişikliklerden biri Luke Skywalker'ın ilk üç filmde olduğu gibi "prototip" bir kahraman olarak sunulmaması. O artık yaşlanmış, kendi içinde çelişkiler yaşayan, ruhu hasarlı bir Jedi ustası. Mark Hamill sadece Star Wars filmlerindeki değil, tüm sinema kariyerindeki en iyi performansını sergilerken, perdedeki hikayeye de bambaşka bir derinlik ve şiirsellik katıyor. Bu filmdeki tüm çekimlerini tamamladıktan hemen sonra hayata veda eden Carrie Fisher ise, Direniş sahnelerinin en etkileyici karakteri olarak parlıyor. Gençliğinde heyecanlı bir prenses olarak tanıdığımız Leia, burada General Organon ünvanıyla, sanki galaksinin tüm ağırlığını omuzlarında taşıyan, merhametli ama kararlı, bilge bir lider profili çiziyor. Onun bu performansını, acı gerçeği bilerek izlemek insana tarifi zor bir melankoli duygusu da veriyor.
Elbette bu kusursuz bir film değil. Bu bölümde kadroya yeni dahil olan tamirci Rose ve şifre kırıcı DJ gibi bazı yeni karakterler, projeye umulan katkıyı sağlayamıyor. Özellikle Rose ile Finn'in bir kumarhane gezegenine gidip, orda hayvanları kurtarmakla uğraştıkları bölüm filmin güzelim temposunu düşürmekten başka bir şeye yaramıyor. 150 dakikalık süresiyle şimdiye kadarki en uzun Star Wars macerası olan filmden sanki bir 25-30 dakika rahatlıkla kırpılabilirmiş gibi geliyor.
Neyse ki geriye kalan 120 dakikada bu kusurları telafi edecek yeterince güzellik mevcut: Nefes kesen uzay savaşları, Rey ve Kylo Ren arasındaki karanlık/aydınlık çatışması, bu ikilinin Snoke'un askerleri ile karşı karşıya geldiği ve Tarantino filmlerinden fırlamışa benzeyen ışın kılıcı kapışması ve sonda kırmızı tuzla kaplı bir zeminde ilerleyen araçların yarattığı nefis görüntüler gibi. Bunlar yumruklarımızı sıkmamızı sağlayan, kalp atış hızımızı arttıran, içimizin yağlarını eriten unutulmaz sinematik anlar olarak hafızamızda kalacak.
Aslında iki sene önce The Force Awakens için yazdığım yazının son bölümünü burada da -biraz revize ederek- tekrarlamakta bir sakınca yok: "Herşey bir tarafa, bu Star Wars mitolojisinin sinemaya dair öğeler dışında benim için kişisel bazı özel anlamları da var: Oğlumla birlikte bir ay önceden ilk gün için biletlerimizi alıp dört gözle filmin gösterime girmesini beklemek, yeni filmi beklerken evde bir "Star Wars maratonu" yapıp daha önceki 7 bölümü yeniden izlemek, sinema salonunda ışıklar kararıp perdede siyah üzerine mavi fontlarla "long time ago in a galaxy far far away" yazısı eşliğinde John Williams'ın efsanevi müziği gümbür gümbür girdiğinde tüm salonla birlikte çocukça bir heyecanla alkışlamak (evet, bu kez alkışı gerçekten biz başlattık), salondan çıkınca filmdeki sürprizleri ve gizli detayları ailecek dakikalarca tartışabilmek. Bütün bunlar az şey mi? Mastercard reklamındaki gibi, filmlere puan veririz vermesine de, bunların karşılığı 'paha biçilmez'..."
Benim Notum: 8,5 / 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder