Bu gecikmiş bir yazı, ama geç olsun güç olmasın. Sıradan gibi görünen ailevi meselelerden büyük insan öyküleri çıkarmanın ustası İranlı yönetmen Asghar Farhadi, yine harika bir karakter analizi ile karşımızda. Geçen senenin En İyi Yabancı Film Oscar'ını alan The Salesman, bir travma ile karşı karşıya kalan İran orta sınıfından bir çiftin, bu travma ile baş etmelerini (ya da baş edememelerini) anlatıyor. Bir yandan amatör olarak tiyatro ile ilgilenen Rana ve Emad, bir yandan da yeni taşındıkları evlerine yerleşme telaşı yaşıyorlar. Bir akşam tiyatrodan eve döndüğünde yerde kan izleriyle karşılaşan Emad, eşi Rana'yı bir hastanenin acil servisinde saldırıya uğramış halde buluyor. Önceleri merkezine kadını alacakmış gibi görünen hikaye, giderek adamın geçirdiği psikolojik dönüşüme ve onun erkeklik gururunun yarattığı yıkıma odaklanıyor.
Asghar Farhadi'nin filmlerinde siyah ve beyaz yok, griler var. Ne iyiler yüzde yüz iyi, ne de kötüler katıksız birer canavar. O kamerasını sabırlı bir gözlemci gibi kullanıyor ve öncelikle bir dedektiflik hikayesinin ilmeklerini yavaş yavaş örüyor. Sondaki yüzleşme bölümünde ise dayanılması zor bir gerilimle seyircisini darmadağın ediyor. Bu öyle geleneksel anlamda "acaba perdenin arkasında kim var" tarzı bir gerilim değil. Tamamen karakterlerin kalplerinde ve zihinlerinde olup bitenlerden beslenen bir gerilim. Elbette bu gerilimin yaratılmasında başta kocayı canlandıran (Cannes Film Festivali en iyi erkek oyuncu ödüllü) Shahab Hosseini olmak üzere tüm oyuncuların mükemmel performanslarının payı büyük.
Günümüzün en ilgiye değer hikaye anlatıcılarından biri olduğunu düşündüğüm Farhadi, daha önceki filmlerinde olduğu gibi karakterlerinin iç çatışmalarını ve duygusal çalkantılarını yine her zerresiyle seyirciye geçirmeyi başarıyor. Kaçırmayın!..
Benim Notum: 8 / 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder