Adı "Monsters" olan bir filmden insan daha başka bir şey bekliyor haliyle... Şöyle bol aksiyonlu, bol yaratıklı bir korku/gerilim, ya da yeni bir "District 9" beklentisiyle bu filmi seçenler büyük hayal kırıklığı yaşayabilirler. Nitekim, beyazperde.com üyeleri filme 10 üzerinden 4.5 puan vermişler, şu an gösterimde olan tüm filmler arasında en düşük not. Aslında film o kadar da kötü değil. Sadece ne izleyeceğinizi baştan bilmeniz gerekiyor. Bir kere filmin toplam maliyetinin sadece 15,000 dolar olduğunu bir söylemek lazım. Ortalama bir Hollywood filmi bütçesinin 3 milyonlarda dolaştığını düşünürseniz, çerez parasına kotarılmış bir yapım bu. Monsters aksiyondan ziyade karakter gelişimine önem veren bir "yol filmi" aslında. Uzaylılar mevzusu sadece gerilimi arttıran bir alt unsur olarak kullanılmış, ön planda bir aşk hikayesi var. Zaten uzaylı yaratıklar film boyunca iki kere filan görünüyorlar. Hikaye şu: başka yaşam örneklerini bulma amacıyla uzaya gönderilmiş bir araç dönüşte Meksika üzerinde düşüyor. Uzaylı yaratıklar Meksika'nın bir bölümünü istila ediyorlar. Bir foto muhabiri patronunun kızını bu yasak bölgeden geçirip Amerika'ya ulaştırmaya çalışıyor. Yolculuk sırasında da birbirlerini daha iyi tanıyorlar. İyi güzel de filmin hem fragmanı, hem de bizatihi ismi bambaşka bir film için beklenti yaratıyor. Hani ne bileyim filmin adı "Stres Altında Aşk" gibi bir şey olsaymış daha iyi olacakmış sanki... (6,5) SİNEMADA İZLENDİ
29 Nisan 2011
28 Nisan 2011
50. Rabbit Hole
Bir anne-babanın yaşayabileceği en büyük acıyı yaşayan evli bir çiftin, bu yıkıntının altından çıkıp hem çevreleri hem de birbirleri ile yeniden ilişki kurma çabaları. Benzer bir trajediyi kendisi de yaşamış olan yönetmen John Cameron Mitchell bu oldukça sade ama derinlikli filminde, konuşacak hiçbir şey kalmadığında insanların ne konuştuğunu cesurca anlatıyor. Üstelik de duygu sömürüsüne çok müsait bir konuda izleyicilerini melodram tuzağına düşürmeden...Her zaman beğendiğim Nicole Kidman abartısız ve "rol kesmeyen"oyunu ile o keskin hüznü bize yine başarıyla aktarıyor. Kidman'ın güzelliği ve şöhreti şu anda onun en büyük dezavantajı bence, çoğu zaman bu unsurlar yeteneğinin farkedilmesini engelliyor. Yaşlandığı zaman sanırım daha fazla övgü alacak. Filmde dikkatimi çeken diğer bir oyuncu, liseli genci oynayan Miles Teller. Henüz ilk sinema rolünde Teller, birçok usta oyuncunun arasında hiç sırıtmıyor ve akılda kalmayı başarıyor. Bu genci izlemeye devam etmek lazım. Şüphesiz ki, Rabbit Hole bir Cumartesi gecesi patlamış mısırlar eşliğinde cümbür cemaat izlenecek film değil. Ama insana dair son derece etkileyici, olgun bir hikaye. (8) SİNEMADA İZLENDİ
27 Nisan 2011
49. Rio
Rio'nun 8 Nisan tarihinde tüm dünyadan bir hafta önce Türkiye'de gösterime girmesi, 70'leri yaşamış biri olarak beni hafiften tebessüm ettirdi. Efendim, bizler filmlerin ortalama bir yıl sonra Türkiye'ye gelmesine alıştırılmış bir neslin evlatlarıyız! Şaka değil gerçek. Örneklerle anlatayım: 1977 yapımı Star Wars'ı ancak 1979 yılında İzmir'de sinemada seyredebilmiştim. Gerçek Star Wars'tan önce 1978'te İtalyan yapımı çakması "Yıldızlar Savaşı" adı ile gösterime girmişti. O zamanlar öyle olurdu, bir sürü İtalyan yapımı ikinci sınıf film ortalıkta dolaşırdı; bir de nedense her filmin bir İtalyanca afişi olurdu. Sonra bakın daha komik bir şey söyleyeyim: Önce Rocky II, sonra Rocky I sinemalara gelmişti! Herhalde bizim film ithalatçıları Rocky ilk filmin sonunda rakibi Apollo'yu yenemediği için (ki aslında 15 raund dayanabilmesi olaydır) "bizim halk bunu sevmez" diye düşündüler ve zaferle biten Rocky II'yi öne alıverdiler. İnanılmaz değil mi? Şimdiki gençler bunları bilmezler, o yüzden de günü gününe -hatta Rio örneğinde olduğu gibi herkesten bir hafta önce- sinemada film izlemenin değerini anlamazlar. 29 Nisan'da Thor da Amerika'dan bir hafta önce Türkiye'de başlıyor.
Bu nostaljik turdan sonra gelelim Rio'ya... (to be continued) (7,5) SİNEMADA İZLENDİ
Bu nostaljik turdan sonra gelelim Rio'ya... (to be continued) (7,5) SİNEMADA İZLENDİ
26 Nisan 2011
48. The Lincoln Lawyer
Bu blogda geçen sene başka bir filmin oyuncularını överken şöyle bir cümle kullanmışım: "Onların yerine başka bir ikili olsaydı (örneğin Sarah Jessica Parker ve Matthew McConaughey ile) film çekilmez olabilirdi". Gerçekten de McConaughey aptal romantik komedilerde arka arkaya oynadığı "parlak çocuk" rolleri ile "gördüğün yerde kaçılacaklar" listeme girmek üzereydi. Ama artık kafasına saksı mı düştü ne oldu bilmem, Matthew uzun bir aradan sonra doğru düzgün hikayesi olan bir filmle ve "gerçek" bir karakter ile karşımızda. Daha filmin girişinde 70'li yılların soul müziğini duyduğunuzda eski usül bir polisiye izleyeceğinizi tahmin ediyorsunuz. O güzel şarkı "Ain't No Love in the Heart of the City"yi, dinlemek isterseniz şurada . Lincoln marka arabasının arka koltuğunu ofis olarak kullandığı için Lincoln Lawyer olarak anılan Mick, hukuk sistemindeki boşlukları kullanarak suçluları hapisten kurtarması ile ünlü ilkesiz bir avukat. Bir kadını dövmek suçuyla tutuklanan çok zengin bir ailenin oğlu kendisine başvurunca, Mick önce "büyük balığı yakaladık" diye düşünüyor. Ancak bir süre sonra asıl oltaya gelenin kendisi olduğunu anlıyor. Michael Connelly'nin çok satan romanından uyarlanan The Lincoln Lawyer'ı özellikle mahkeme salonu dramalarını sevenler beğenecektir. (7) SİNEMADA İZLENDİ
19 Nisan 2011
47. The Girl Who Kicked the Hornet's Nest
Millenium üçlemesinin ilk iki halkasının en büyük kozu Lisbeth Salander karakteri ve tabii onu perdede müthiş bir enerji ile canlandıran İsveçli oyuncu Noomi Rapace idi. Bu son bölümde ise Lisbeth'in hikayedeki rolü oldukça az; zaten filmin ilk yarısını hastanede, diğer yarısını ise mahkeme salonunda geçiriyor. Ortada Lisbeth olmayınca da geriye gerilim dozu oldukça düşük bir "derin devlet" hikayesi kalıyor. İlk iki filmi izlememiş olanlar pek bir şey anlamayacak ve oldukça sıkılacaklardır. Konuya aşina olanlar ise zaten ister istemez bu son bölümü de izleyecek ve Lisbeth'le vedalaşacaklar. (7)
15 Nisan 2011
46. Yogi Bear
Siyah beyaz tek kanallı televizyonumuzda çocukluğuma eşlik etmiş bir karakterin 35 sene sonra sinema perdesinde karşıma çıkması hoş elbette... Hadi bakalım var mı hatırlayan: Hanna-Barbera yapımı bu çizgi filmler her bölümde üç ayrı parçadan oluşurdu, birinde Akıllı Bıdık'ın maceraları olurdu, diğerinde işte bu Ayı Yogi ve Bobo, bir de iki fare ve bir kediden oluşan bir ekip vardı ama isimlerini hatırlayamıyorum. Peki Akıllı Bıdık'ın her bölümde mırıldandığı bir şarkı vardı, onu hatırlayan var mı? Cevap bu yazının sonunda. Nostaljik tadlar güzel de, Ayı Yogi filminin genel zeka seviyesi de ne yazık ki 70'li yıllarda kalmış. Bu haliyle sadece 4-7 yaş aralığındaki küçük çocukların ilgisini çekebilir. (5)
Şarkı: "Oh My Darling Clementine". Hatırlamak için şuraya tıklayalım.
Şarkı: "Oh My Darling Clementine". Hatırlamak için şuraya tıklayalım.
14 Nisan 2011
45. Source Code
Aman aman, ne güzel bir bahar sürprizi... Source Code, sinemadan çıkar çıkmaz bir cafeye oturup üzerinde keyifli sohbetler edilebilecek, konuşurken yeni ayrıntıların farkına varılacak, puzzle gibi filmlerden (yandaki afişinin de puzzle'ı anımsatması boşuna değil). Yüzbaşı Colter Stevens bir sabah kendini Chicago'ya doğru yol alan bir trenin içinde buluyor. Üstelik de bedeni kendi bedeni değildir, aynaya baktığında başka birini görmektedir. Asker bir süre sonra anlar ki, bu bombalı bir terör eylemini durdurmak için yürütülmekte olan bir projedir ve görevi kurbanlardan birinin zihnine girerek bombacıyı bulmaktır. Source Code biraz Inception, biraz Matrix, çokça da Groundhog Day'i anımsatıyor. Her ne kadar tür olarak bilim-kurgu/gerilim etiketini taşısa da, işin "bilimsellik" kısmını sorgulayanlar mutlaka olacaktır. Zaman yolculuğu, paralel evren, vs. hikayelerinin çoğunda olduğu gibi, burada da mantık hataları var. Ama sonuçta sinemaya fizik tezi vermeye gitmiyoruz, değil mi? Kabul edilebilir derecede inandırıcı olması ve bir merak uyandırması sinema eserindeki "bilim"in düzeyi için yeterli bence... Bir saniye bile sıkılmanıza fırsat vermeyen ritmi ile Source Code bunu fazlasıyla başarıyor. Şubat ayındaki Oscar furyasından sonra, bu sene sinemalarda gösterime giren en ilgi çekici filmlerden biri ile karşı karşıyayız. Kuantum fiziği kısmını Fen Lisesi mezunlarına (!) bırakın, siz bu beyin gıdıklayıcı serüvenin tadını çıkarmaya bakın. (8) SİNEMADA İZLENDİ
44. Never Let Me Go
Film sona erip de kapanış jeneriği ekranda akarken, "yahu bir şey eksik kalmış ama, acaba nedir nedir" diye sorarken buldum kendimi. Aslında çok ilginç olabilecek bir konu, yönetmenin zaafından mıdır, her romanın filme çevrilememesinden (her kuşun eti yenmez) midir nedir, olmamış. Senaryoda sanki bir kıvraklık eksik, bu haliyle "hastane koridoru" gibi. Soğuk, sevimsiz... (6)
43. Get Low
1930'ların Tennessee eyaletinde geçen öyküde, ormanın içinde tek başına yaşayan bir huysuz ihtiyar (Robert Duvall) henüz ölmeden kendi cenaze törenini düzenliyor. Diğer insanların kendisi hakkında söyleyecekleri şeyleri ölmeden duymak istediğini söylese de, asıl amacı 40 yıldır sakladığı "büyük sırrı" mezara girmeden açıklayabilmektir. Filme kötü demek mümkün değil, bir kere başta Robert Duvall ve Bill Murray olmak üzere tüm oyuncular çok iyi. Ancak öykü o sondaki büyük açıklamaya öyle endeksli ki, finale kadar başka pek bir şey olmuyor ve film oldukça durağan ilerliyor. Sanki bir-iki ilginç yan hikaye de eklense film daha dolu, daha zengin olacakmış gibi hissediyor insan. (6,5)
1 Nisan 2011
42. Çakallarla Dans
Aşk Tutulması'nın Ertem Eğilmez filmlerini hatırlatan havası ile Murat Şeker bana ilerisi için az da olsa ümit vermişti. Ama bu film ile tüm o saf temiz duygular çöpe gidiyor sanki. Hafta sonu çarşı iznine çıkan askerler, ya da ne bileyim dersaneyi kırıp sinemaya giden delikanlılar filan Çakallarla Dans'a bayılacaklardır. Filmdeki karakterlerin repliklerini ya da gol atınca söylenen şarkıyı kendi aralarında bol bol tekrarlayacakları da kesin... Ama ben kendi adıma filmi biraz fazla bitirim jargonuna yaslanmış ve fazla "gürültülü" buldum. (4)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)