30 Nisan 2014
29 Nisan 2014
25 Nisan 2014
Philomena
1952'nin yoğun katolik İrlanda'sında, evlilik dışı bir hamilelik sonrasında bir manastıra kapatılan, oğlu da zorla kendisinden alınıp Amerikalı bir aileye evlatlık verilen Philomena Lee'nin 50 yıl sonra oğlunun izini sürmesinin gerçekten yaşanmış hikayesi. Alaycı gazeteci rolünde Steve Coogan ile Judi Dench arasındaki müthiş kimya, bu yürek burkan hikayeye sıcak bir mizah duygusu ve canlılık getiriyor. Philomena her yaştan "yetişkin" sinemasevere, izleyeni derinden etkileyen bir dram sunuyor.
FRAGMAN

FRAGMAN
Benim Notum: 8 / 10
23 Nisan 2014
The Grand Budapest Hotel
Yönetmen Wes Anderson'ın farklı tarzını beğenenler çok. Bu kadar ünlü ismin onun filminde yer almak için can atması o yüzden. Eğer Rushmore, The Royal Tennenbaums veya Moonrise Kingdom'ı sevdiyseniz bu filmi de seversiniz. Ben ise Wes Anderson'ın bu aşırı stilize tarzını tuhaf ve sıkıcı bulanlardanım.
FRAGMAN

FRAGMAN
Benim Notum: 5 / 10
22 Nisan 2014
1 Nisan 2014
26 Mart 2014
21 Mart 2014
20 Mart 2014
19 Mart 2014
18 Şubat 2014
Saving Mr.Banks
1964 Disney yapımı Mary Poppins sinema tarihinin klasiklerinden biridir. Filmi görmemiş olsanız bile, elinde şemsiyesi ile uçarak gelen dadı Mary Poppins figürü bir yerlerden tanıdık gelecektir mutlaka. İşte Saving Mr.Banks, o Mary Poppins filminin ortaya çıkış sürecini ve kamera arkasını ele alıyor. Walt Disney'in filmi yapabilmesi için orijinal romanın yazarı P.L. Travers’dan izin alması gerekmektedir. Uzun ısrarlardan sonra bu aksi İngiliz kadın projeyi görüşmek için Londra’dan Hollywood’a gelir. Fakat kendi geçmişi ile ilgili henüz çözümlenmemiş bazı hesaplaşmaları vardır. California’da kaldığı süre boyunca Avusturalya’da geçen çocukluğunun acılarını anımsar. Saving Mr.Banks aslında birbirinin içine geçmiş iki farklı film gibi okunabilir. Bir yandan geleneksel kalıplarından çıkamayan 60 yaşındaki bir İngiliz kadının Amerika'da yol açtığı komiklikler, bir yandan ise Avustralya'daki çocukluk yılları ile ilgili son derece dokunaklı bir melodram. Yönetmen John Lee Hancock (The Blind Side) bu iki farklı dönemi ve iki farklı duyguyu başarıyla harmanlarken, bize eğlenceli, etkileyici ve başta Emma Thompson çok iyi performanslarla bezeli "bir kaşık şeker (a spoonful of sugar)" armağan ediyor.
FRAGMAN

FRAGMAN
Benim Notum: 8 / 10
13 Şubat 2014
7 Şubat 2014
3 Şubat 2014
31 Ocak 2014
30 Ocak 2014
29 Ocak 2014
28 Ocak 2014
23 Ocak 2014
22 Ocak 2014
20 Ocak 2014
2 Ocak 2014
En İyiler 2013
2013 sinema açısından güzel bir yıl oldu. Gravity ile uzaya çıktık, Prisoners, The Hunt, Amour ile insan psikolojisinin derinlerine indik. Kelebeğin Rüyası sayesinde Türk sineması ile gurur duyduk. 2013 yılında Türkiye'de toplam sinema seyircisi sayısı 50 milyon ile rekor bir seviyeye ulaştı. Bu da sinemaya gönül veren bizlere ilerisi için umut verdi.
Senenin sonunda işte yine bir "best of" derlemesi. Her zaman olduğu gibi, bu son derece subjektif bir listedir, değerlendirme kriteri sadece ve sadece filmlerin beni ne kadar etkilediğidir. Listeyi sağ üstte görebilir, başlıkların üzerine tıklayarak o film ile ilgili ayrıntılı yorumlarıma ulaşabilirsiniz.
2014'te de bol sinemalı günler herkese!..
31 Aralık 2013
Prisoners
Şükran Günü için bir araya gelen küçük bir kasabadaki iki aile, akşam yemeğinden sonra dışarıya oynamaya çıkan kızlarının bir süre sonra ortadan kaybolduklarını farkediyorlar. Dehşet içinde polise başvuran ailelerden birinin babası Keller (Hugh Jackman) soruşturmanın uzaması üzerine sazı eline almaya karar veriyor. Prisoners, kusursuz bir kurguya ve harika bir sinematografiye sahip son derece derin ve karanlık bir film. Aslında çok da orjinal olmayan bir kaçırılma hikayesi, mükemmel oyunculuklar ve çok iyi yazılmış diyaloglar sayesinde nefesinizi tutarak izlediğiniz bir performansa dönüşüyor. Filmi izlemeden önce süresinin 2,5 saat olduğunu görünce ikiye bölerek izlerim diye düşünmüştüm. Ancak filmin ortasına geldiğimde kendimi öylesine kaptırmışım ki, uykusuz kalma pahasına sonuna kadar devam ettim. Bu arada bu filmin hala Türkiye'de sinemalarda gösterime girmemesi de büyük bir kayıp. İki sene önce Incendies ile karnımıza yumruklar atan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve bizi sarsmaya devam ediyor. Demek ki artık bu adamı yakından takip edeceğiz. (8,5)
FRAGMAN
FRAGMAN
19 Aralık 2013
Tamam Mıyız
Çağan Irmak'ı genelde başarılı bulurum. İyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu, seyircisini sarıp sarmalayan büyülü bir hava yaratmada ve duygu sömürüsüne kaçmadan duygusal yoğunluk yaşatmada epey becerikli olduğunu düşünürüm. Bir önceki filmi Dedemin İnsanlarını da çok beğenmiş, hatta 2011'in en iyi filmlerinden biri olduğunu yazmıştım. Tamam Mıyız ise benim için küçük çaplı bir hayal kırıklığı oldu ne yazık ki. Elbette yine belli bir standardın üstünde, ilginç bir konuya temas eden, eli yüzü düzgün bir yapım var karşımızda. Ama film bittiğinde, diğer birçok Çağan Irmak filminin aksine, kendimi çok da etkilenmiş hissetmedim. Bunun çeşitli nedenleri var (bundan sonraki satırlar azıcık "spoiler" içerebilir): Birincisi, senaryo çok güçlü değil. Hikaye çok şey vaat edermiş gibi dursa da, sonunda içinizde bir boşluk hissi ile salondan çıkıyorsunuz. Temmuz ile İhsan'ın arkadaşlığı çok hızlı ilerliyor, hani neredeyse üç günde "kanki" olup çıkıyorlar. İki insanın bu derecede birbirine bağlanması için birlikte daha fazla zaman geçirmeleri, daha fazla bir şeyler paylaşmaları gerekmez mi?
Filmin aleyhine çalışan bir ikinci faktör de fragman. Şu aşağıda linkini verdiğim fragman resmen filmin sonunu açık ediyor. Muhtemel bir duygusal zirve yaşatması hesaplanan final, fragmanı önceden izlemiş benim gibi talihsiz izleyiciler için hiçbir sürpriz içermiyor. Son tahlilde, Tamam Mıyız malzemesi güzel ama aceleye gelmiş bir yemek gibi. (6,5)
FRAGMAN
Filmin aleyhine çalışan bir ikinci faktör de fragman. Şu aşağıda linkini verdiğim fragman resmen filmin sonunu açık ediyor. Muhtemel bir duygusal zirve yaşatması hesaplanan final, fragmanı önceden izlemiş benim gibi talihsiz izleyiciler için hiçbir sürpriz içermiyor. Son tahlilde, Tamam Mıyız malzemesi güzel ama aceleye gelmiş bir yemek gibi. (6,5)
FRAGMAN
12 Aralık 2013
The Hunger Games: Catching Fire
Bir kere en baştan şunu söylemeli: Açlık Oyunları'nın bu ikinci halkası kesinlikle ilkinden daha iyi. İlk bölümde karakterleri daha doğru dürüst tanımadan paldır küldür birbirini doğramaya girişen gençleri seyretmiştik. Üstelik de "en son hayatta kalan kazanır" teması fena halde başka bir filmden (Battle Royale) araklanmış gibi duruyordu. Bu bölümde ise herkesi daha yakından tanıma ve anlama fırsatı buluyoruz. Belki de üç kitaptan oluşan serilerin sinema uyarlamaları için genel olarak bu saptama yapılabilir (örneğin Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde de her bölüm bir öncekinden daha iyidir). Seyirci ilk bölümde bir karakter bombardımanı ile karşılaşır, kimin ne olduğunu anlayana kadar film biter. İkinci bölümde ise taşlar daha bir yerine oturmuştur, artık duyguların ve entrikanın derinine inilebilir. Catching Fire'da da aynen öyle oluyor: Hem Katniss, hem de Peeta'yı daha iyi anlıyoruz, onların gerçekten mutlu olmalarını istiyoruz, şu beyaz sakallı adama gününü göstermelerini istiyoruz. Ve sinemada yerimizden kalkıp çıkışa yönelirken de bir sonraki bölümü bir an önce görmek istediğimizi düşünüyoruz. (8)
FRAGMAN
FRAGMAN
7 Aralık 2013
Muhteşem Rahatsızlık: Stanley Kubrick
Aylık Sonar dergisinde yayınlanmış bir inceleme yazım.
...... ..... ..... .....
..... ...... ....... .....
..... ..... ...... .....
.....
“Ben o filmleri bir daha izleyemem, bana bir kez yetti” dedi eşim. Sözünü ettiği filmler Otomatik Portakal ve Cinnet idi. Bu yazıya başlamadan önce tüm Stanley Kubrick filmlerini bir kez daha izlemeye karar vermiştim ve elimde DVD’lerle evden içeriye girdiğimde bu tepki ile karşılaştım. Ben ise bu filmlerin bazılarını dört kez izlemiştim, ve her birini dört kez daha bayıla bayıla izleyebilirdim.
Aslında bu çok da şaşılacak bir durum değil. Kubrick filmleri tüm dünya üzerinde benzer kutuplaşmış tepkilere neden oluyor. Çünkü bu Bronx / New York doğumlu sıradışı yönetmen hiçbir zaman seyircisine hoş duygular yaşatmayı hedeflemedi ve hep “zor” bir yönetmen oldu. O, hikayelerini herkesten farklı bir biçimde anlatmayı seçmişti, zaman zaman “soğuk, anlaşılmaz ve sıkıcı” bulunma pahasına…
1960’tan hayata veda ettiği 1999 yılına kadar sadece dokuz film çekmişti Stanley Kubrick. Ve bir yaptığını asla bir kez daha yapmadı: Bu dokuz filmin her birinin türü, konusu ve anlattığı dönem birbirinden farklıydı, her çalışmasında yeni bir keşfe çıktı, yeni bir risk aldı. 2001: Bir Uzay Macerası’nda bilim-kurgu, Otomatik Portakal’da şiddet, Barry Lyndon’da bol kostümlü 18. yüzyıl dönem filmi, Cinnet’de korku, Full Metal Jacket’da savaş, Gözü Tamamen Kapalı’da psiko-drama türünü yeniden tanımladı. Ama hepsinin ortak bir yönü vardı, mükemmel bir “işçilik”. Işık, hareketli kamera çekimleri, zoom’lar, çerçeveler, ve kompozisyonlardaki virtüözlük nefes kesici idi. Bir Kubrick filmini seyrederken her bir kare için saatlerce uğraşıldığını hissedersiniz, ki iki filmi arasına uzun seneler koyan bir yönetmen için bu yanlış bir tahmin değildir.
İlk yönetmenlik denemelerindeki başarısından sonra, Kubrick Hollywood yapımcılarının dikkatini çeker ve 1960’ta bir üstün prodüksiyon Spartacus’ün yönetmenliğini devralması için davet edilir. Filmin yapımcısı ve dönemin yıldız oyuncusu Kirk Douglas, Kubrick’in projenin büyüklüğünden ürkeceğini ve fazla ahkam kesemeyeceğini düşünmektedir. Oysa tam tersi olur, Kubrick kendi standartlarını ve tarzını filme yerleştirir. Öyle ki, Hollywood alışkanlıklarına sahip bazı ekip üyeleri bu durumdan rahatsız olur: Filmin görüntü yönetmeni Russel Metty “benim işime karışıyor” diye yapımcılara şikayete gittiğinde Kubrick’in yanıtı kısadır: “Sen şurada otur ve hiçbir şey yapma”. Metty bu isteğe uyar, ve işin ilginç tarafı “oturup hiçbir şey yapmadığı” bu çalışması ile o sene En İyi Görüntü Yönetmeni olarak Oscar ödülünü kucaklar.
Filmlerinin başarısına rağmen, Amerikan film endüstrisi ile bir türlü geçinemeyen Kubrick Spartacus’ün ardından Amerika’yı terk eder, Londra’ya yerleşir, ve ölümüne dek tüm filmlerini burada çeker. 1962’de çektiği Lolita’da bir tabu ile flört eder, 1964’teki Dr.Strangelove’da kahraman asker öyküleri ile büyümüş bir toplumu nükleer bomba üzerine bir komedi ile şaşkına çevirir. 1968’te çektiği 2001: Bir Uzay Macerası sinemada bir devrimdir, bazı eleştirmenlere göre tüm zamanların en iyisidir. 1971’de yine çok tartışılan bir filme imzasını atar. Otomatik Portakal’da sadece cinsellik değil, filmdeki şiddet de tartışma konusudur, ve kimilerine göre rahatsız edicidir. Bu filmde Kubrick bireysel özgürlüğün sadece “iyi vatandaş”lara özgü bir hak olmadığını anlatmaya girişir, ve sadist bir genç adamın ifade özgürlüğünü şok edici görüntüler eşliğinde savunur. 1975 yapımı Barry Lyndon’da keskin bir yön değişikliği gerçekleştirir, devasa tablolarla süslü 18.yüzyıl odalarını bize müthiş bir görsellikle sunar. Kubrick, soğukluk ve yalnızlık hissini başarı ile perdeye yansıtabilmek için sadece mum ışığı ile görüntü alabilmeyi sağlayan ve bu film için özel olarak geliştirilmiş kamera lensleri ile çalışır. Sinema tekniğine yaptığı katkılar bir sonraki filminde de devam eder. Bugün televizyondaki konser ve maç yayınlarında bol bol gördüğümüz Steadicam (yürüyen bir kameramanın vücudunun önünde özel bir düzenekle taşıdığı ve titreme etkisini sıfıra indiren kameralar) ilk kez Kubrick’in 1980’de çektiği Cinnet-The Shining’de küçük Danny’nin otel koridorlarındaki bisiklet turları ve finaldeki labirent sahneleri için kullanılır. 1987’deki Full Metal Jacket, Vietnam’ı görenler tarafından savaşı en gerçekçi anlatan film olarak değerlendirilir. Ve 12 yıllık bir aranın ardından 1999’da son filmi Gözü Tamamen Kapalı’yı çeker.
Kubrick söz konusu olduğunda sormamız gereken soru şu: Sinema sanatı –ve hatta genelde sanat- biz insanlarda nasıl bir etki bırakmalı? Bizi iyi mi hissettirmeli, bize hoşça vakit mi geçirtmeli? Eğer öyleyse Kubrick bu işi pek beceremiyordu. Ama eğer sanat bize yeni ufuklar açan, sıradandan farklı düşünmeyi öğreten bir araç ise, Kubrick muhteşem bir dehaydı. Sanırım eşimle ayrı düştüğümüz nokta burası…
...... ..... ..... .....
..... ...... ....... .....
..... ..... ...... .....
.....
“Ben o filmleri bir daha izleyemem, bana bir kez yetti” dedi eşim. Sözünü ettiği filmler Otomatik Portakal ve Cinnet idi. Bu yazıya başlamadan önce tüm Stanley Kubrick filmlerini bir kez daha izlemeye karar vermiştim ve elimde DVD’lerle evden içeriye girdiğimde bu tepki ile karşılaştım. Ben ise bu filmlerin bazılarını dört kez izlemiştim, ve her birini dört kez daha bayıla bayıla izleyebilirdim.
Aslında bu çok da şaşılacak bir durum değil. Kubrick filmleri tüm dünya üzerinde benzer kutuplaşmış tepkilere neden oluyor. Çünkü bu Bronx / New York doğumlu sıradışı yönetmen hiçbir zaman seyircisine hoş duygular yaşatmayı hedeflemedi ve hep “zor” bir yönetmen oldu. O, hikayelerini herkesten farklı bir biçimde anlatmayı seçmişti, zaman zaman “soğuk, anlaşılmaz ve sıkıcı” bulunma pahasına…
1960’tan hayata veda ettiği 1999 yılına kadar sadece dokuz film çekmişti Stanley Kubrick. Ve bir yaptığını asla bir kez daha yapmadı: Bu dokuz filmin her birinin türü, konusu ve anlattığı dönem birbirinden farklıydı, her çalışmasında yeni bir keşfe çıktı, yeni bir risk aldı. 2001: Bir Uzay Macerası’nda bilim-kurgu, Otomatik Portakal’da şiddet, Barry Lyndon’da bol kostümlü 18. yüzyıl dönem filmi, Cinnet’de korku, Full Metal Jacket’da savaş, Gözü Tamamen Kapalı’da psiko-drama türünü yeniden tanımladı. Ama hepsinin ortak bir yönü vardı, mükemmel bir “işçilik”. Işık, hareketli kamera çekimleri, zoom’lar, çerçeveler, ve kompozisyonlardaki virtüözlük nefes kesici idi. Bir Kubrick filmini seyrederken her bir kare için saatlerce uğraşıldığını hissedersiniz, ki iki filmi arasına uzun seneler koyan bir yönetmen için bu yanlış bir tahmin değildir.
İlk yönetmenlik denemelerindeki başarısından sonra, Kubrick Hollywood yapımcılarının dikkatini çeker ve 1960’ta bir üstün prodüksiyon Spartacus’ün yönetmenliğini devralması için davet edilir. Filmin yapımcısı ve dönemin yıldız oyuncusu Kirk Douglas, Kubrick’in projenin büyüklüğünden ürkeceğini ve fazla ahkam kesemeyeceğini düşünmektedir. Oysa tam tersi olur, Kubrick kendi standartlarını ve tarzını filme yerleştirir. Öyle ki, Hollywood alışkanlıklarına sahip bazı ekip üyeleri bu durumdan rahatsız olur: Filmin görüntü yönetmeni Russel Metty “benim işime karışıyor” diye yapımcılara şikayete gittiğinde Kubrick’in yanıtı kısadır: “Sen şurada otur ve hiçbir şey yapma”. Metty bu isteğe uyar, ve işin ilginç tarafı “oturup hiçbir şey yapmadığı” bu çalışması ile o sene En İyi Görüntü Yönetmeni olarak Oscar ödülünü kucaklar.
Filmlerinin başarısına rağmen, Amerikan film endüstrisi ile bir türlü geçinemeyen Kubrick Spartacus’ün ardından Amerika’yı terk eder, Londra’ya yerleşir, ve ölümüne dek tüm filmlerini burada çeker. 1962’de çektiği Lolita’da bir tabu ile flört eder, 1964’teki Dr.Strangelove’da kahraman asker öyküleri ile büyümüş bir toplumu nükleer bomba üzerine bir komedi ile şaşkına çevirir. 1968’te çektiği 2001: Bir Uzay Macerası sinemada bir devrimdir, bazı eleştirmenlere göre tüm zamanların en iyisidir. 1971’de yine çok tartışılan bir filme imzasını atar. Otomatik Portakal’da sadece cinsellik değil, filmdeki şiddet de tartışma konusudur, ve kimilerine göre rahatsız edicidir. Bu filmde Kubrick bireysel özgürlüğün sadece “iyi vatandaş”lara özgü bir hak olmadığını anlatmaya girişir, ve sadist bir genç adamın ifade özgürlüğünü şok edici görüntüler eşliğinde savunur. 1975 yapımı Barry Lyndon’da keskin bir yön değişikliği gerçekleştirir, devasa tablolarla süslü 18.yüzyıl odalarını bize müthiş bir görsellikle sunar. Kubrick, soğukluk ve yalnızlık hissini başarı ile perdeye yansıtabilmek için sadece mum ışığı ile görüntü alabilmeyi sağlayan ve bu film için özel olarak geliştirilmiş kamera lensleri ile çalışır. Sinema tekniğine yaptığı katkılar bir sonraki filminde de devam eder. Bugün televizyondaki konser ve maç yayınlarında bol bol gördüğümüz Steadicam (yürüyen bir kameramanın vücudunun önünde özel bir düzenekle taşıdığı ve titreme etkisini sıfıra indiren kameralar) ilk kez Kubrick’in 1980’de çektiği Cinnet-The Shining’de küçük Danny’nin otel koridorlarındaki bisiklet turları ve finaldeki labirent sahneleri için kullanılır. 1987’deki Full Metal Jacket, Vietnam’ı görenler tarafından savaşı en gerçekçi anlatan film olarak değerlendirilir. Ve 12 yıllık bir aranın ardından 1999’da son filmi Gözü Tamamen Kapalı’yı çeker.
Kubrick söz konusu olduğunda sormamız gereken soru şu: Sinema sanatı –ve hatta genelde sanat- biz insanlarda nasıl bir etki bırakmalı? Bizi iyi mi hissettirmeli, bize hoşça vakit mi geçirtmeli? Eğer öyleyse Kubrick bu işi pek beceremiyordu. Ama eğer sanat bize yeni ufuklar açan, sıradandan farklı düşünmeyi öğreten bir araç ise, Kubrick muhteşem bir dehaydı. Sanırım eşimle ayrı düştüğümüz nokta burası…
29 Kasım 2013
jOBS
Yirminci yüzyılın en yaratıcı girişimcilerinden Steve Jobs'un hayatına odaklanan Jobs, belli ki ikinci bir "The Social Network" yaratma hevesi ile yola çıkılmış bir iş. Gelgelelim ne yönetmenimiz bir David Fincher, ne de başrolü teslim ettiğimiz Ashton Kutcher'da bu karmaşık profili canlandırabilecek yetenek var. Daha çok bir televizyon filmi havasında geçen fazla uzun bir 130 dakikanın ardından, Steve Jobs'un kişiliğinden ziyade Apple firmasının tarihçesi hakkında bilgileniyoruz. Ashton Kutcher film boyunca hoplaya hoplaya yürüyerek "insanların hayatlarını değiştirecek şeyler yapmalıyız" deyip duruyor. Ama nedendir, bu dahi adamın vizyonerliğinin, hırslarının ya da çelişkili duygularının kökeninde neler vardır, asla oralara inemiyoruz. Her şey yüzeysel. (5)
FRAGMAN
FRAGMAN
8 Kasım 2013
Thor: The Dark World
Bu "Marvel evreni" artık sıkmaya mı başladı nedir? Thor, Iron Man, Captain America, Hulk derken 2-3 senedir bir süper kahraman enflasyonu oluştu sanki. Üstelik de geçen sene perdelerimizi şenlendiren -gerçekten çok sevdiğim- Avengers gibi bir "all-star" geçidinden sonra, böyle tek tek gelmeleri bir nevi tatlının üstüne karpuz/kavun yemek gibi oluyor. The Dark World sonuç olarak takipçilerinin beklentilerini karşılayacak, bol aksiyonlu, bol görsel efektli, bol patırtılı bir eğlencelik. Ama "sıradışı" denebilecek bir tarafı da yok. (6)
FRAGMAN
FRAGMAN
5 Kasım 2013
Gravity
Film sona erip de yazılar akmaya başladığında "oyuncular" bölümünde perdede sadece iki kişinin ismi geçiyor: Sandra Bullock ve George Clooney. Evet, belki telsiz konuşmalarından başkalarının sesini duyuyoruz ama Gravity tüm film boyunca sadece iki başrol oyuncusunu gördüğümüz son derece ilginç ve zor bir proje. Tabii üçüncü bir başrol oyuncusu daha var, o da uzay boşluğu. Ben filmin bir giriş bölümü olur, işte uzaya çıkmadan önce NASA'daki hazırlık süreci gösterilir, karakterleri daha yakından tanıdığımız bir girizgah yapılır diye düşünüyordum, ama Gravity bu konuda elini korkak alıştırmıyor: film direkt uzay boşluğundaki aksiyonla başlıyor ve yine uzay boşluğunda bitiyor (...neredeyse). Aradaki 90 dakika boyunca bir kaza sonucu yerçekimsiz ortamda kalan astronotların dünyaya dönebilme çabalarını izliyoruz. Yönetmen Alfonso Cuaron, tıpkı Avatar'da James Cameron'ın yaptığı gibi, istediği sonuca ulaşabilmek için 7 sene sinema teknolojisinin gelişmesini beklemiş. Biliyorum, "sadece iki oyuncu ile 90 dakika nasıl dolar" diye düşünüyorsunuz. Aşağıdaki fragmanı bir izleyin ve bunun 90 dakikaya yayıldığını düşünün. Cuaron, inanılmaz CGI efektler ve sizi aksiyonun tam ortasına yerleştiren kamerası ile müthiş bir deneyim yaşatıyor. Sinemada şimdiye kadar gördüğüm en iyi 3D uygulamaları sayesinde siz de kendinizi orada o astronotlarla birlikte hissediyorsunuz. 3D demişken, bu elbette kesinlikle sinemada izlenmesi gereken bir film (benim bu yazıyı yazdığım tarihlerde film hala Türkiye sinemalarında oynuyordu, bitmeden görün). Gravity sinemadaki zirvelerden biri, senenin en iyi filmlerinden. (8,5)
FRAGMAN
FRAGMAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)