Hedef kitlesini pazarın gözdesi 14-17 yaş arası "Alacakaranlık" müritleri olarak belirlemiş bir liseli romantizmi / bilim-kurgu / aksiyon karması. İkinci yarısının ortalarına kadar temposuz ve ağır aksak giden film, "Altı Numara" Teresa Palmer'ın kadroya girdiği andan itibaren çok daha ilgi çekici ve bol aksiyonlu bir hal alıyor. Hani bu uyuz dört numarayı baygın bakışlı "ebedi" yavuklusuyla başbaşa bırakıp "I Am Number Six" diye başka bir film çekselermiş daha güzel olacakmış sanki. Son yirmi dakikaya yayılan başarılı finalinin hatrına izlenebilecek vasat bir ergen filmi. (5,5) DVD'Sİ ÇIKTI
29 Eylül 2011
26 Eylül 2011
92. Cowboys & Aliens
Uzaylılar hep 20.yüzyıldan sonra mı gelecek? İşte dünyamıza 1873'te de gelmişler ve insanlığın kaderi eski Batı'daki bir avuç kovboyun ellerinde... Cowboys & Aliens tuhaf bir kombinasyonla, western filmlerinden aşina olduğumuz tüm klişeleri (küçük bir kasaba, kasabanın şerifi, kapısında "saloon" yazan bar, adı "Doc" olan bir barmen, kızılderililer, bir kanun kaçağı, posta arabası soygunu, vs..) alıyor ve uzaylıların lazer ışınları ile bir araya getiriyor. Filmin bizzat adı bir komedi filmini çağrıştırsa da 007 Daniel Craig ve Harrison Ford işlerini ciddiye almışlar ve filme belli bir ağırlık katmayı da başarmışlar. Aslında filmin uzaylılar ortaya çıkana kadar olan bölümü sanki daha hoş lezzetler içeriyor ve "keşke Jon Favreau hiç uzaylıları karıştırmayıp şöyle klasik bir western çekseymiş" dedirtiyor. Bu arada Alien ne müthiş bir dizaynmış ki yıllardır çekilen tüm uzaylı filmlerinde yaratıklar hep ona benzer... (alyen değil Alien!) (7) SİNEMADA İZLENDİ
21 Eylül 2011
91. Life As We Know It
"Romantik Komediler Kılavuz Kitabı"ndaki tüm formülleri arka arkaya uygulayan, 10.dakikasından itibaren hikayenin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini %100 isabetle sayabileceğiniz bir romantik komedi. Finalde "sevgilimin uçağı kalkmadan ona onu sevdiğimi söylemeliyim, haydi koşturun havaalanına" sahnesi bile ihmal edilmemiş. Grey's Anatomy dizisi ile şöhreti yakalayan ve sinemaya transfer olan sarışın Katherine Heigl iyi bir oyuncu mudur değil midir, tespit etmek mümkün değil; çünkü sürekli aynı kişiyi oynuyor (The Ugly Truth, 27 Dresses, vs..). Josh Duhamel ise kendisini çok yorması gerekmeyen bir rolde oldukça başarılı, yer yer gerçekten güldürmeyi de başarıyor. Sonuç olarak haftasonu evde bir film izleyeyim, biraz komedi olsun, güleyim, sonu da klasik olsun, kendimi yormayayım diyorsanız tercih edilebilecek, hoşça vakit geçirten bir çerez. (5) DVD'Sİ ÇIKTI
19 Eylül 2011
90. Mr Popper's Penguins
Kendini işine fazlasıyla kaptırmış ve çocukları ile sağlıklı bir ilişki kuramamış emlakçı Jim Carrey'e kaşif babasından 6 adet penguen miras kalıyor. New York'taki süper lüks dubleks dairesinde bir yandan penguenleri beslemeye çalışırken, bir yandan da bu penguenler sayesinde aile saadetini yeniden kurma fırsatını yakalıyor. Jim Carrey Truman Show, Man on the Moon gibi filmlerde oyunculuğunun olgun yönünü sergilerken, paraya sıkıştığı zamanlarda da bu tür sabun köpüğü aile komedileri çekiyor. Penguenler'deki olay örgüsünün Liar Liar ve Yes Man'deki formülü birebir takip ettiği açık. Öte yandan artık 50'sine merdiven dayayan Jim Carrey'nin görünümündeki bariz yaşlılık belirtileri, o eski The Mask zamanındaki çılgınlıkları yapmasını frenliyor. Aktörün bir de kilo vermiş olması bu yaşlanma etkisini arttırmış sanki, hem 50 yaşında hem de zayıf olmak kötü bir kombinasyon olmuş (kilo vermeye çalışıp beceremeyen benim gibiler için iyi haber, tatlılara devam!..). Filme dönelim: Bu penguenleri tavsiye eder miyim? 25 yaş üstü bir arkadaşınızla sinemaya gidecekseniz, ya da evde yalnız yalnız seyredeceksiniz tavsiye etmem. Ama çocuklarınızla birlikte evde ya da sinemada izlemek için hararetle tavsiye ederim. Babamın Penguenleri tam bir "haftasonu çoluk çocuk gidilecek aile filmi". Sinemadan hep beraber mutlu, sevgi topları şeklinde ve birbirinize gülümseyerek çıkarsınız. Eh, bu da az şey mi? (7) SİNEMADA İZLENDİ
16 Eylül 2011
89. Sanctum
Dokuz adet yapımcısından sadece biri James Cameron diye, büyük başlıklarla "Titanic ve Avatar'ın yönetmeni James Cameron'dan..." diye pazarlanan, ancak Cameron'ın artistik açıdan hiçbir katkıda bulunmadığı bir su altı macerası. Bir grup dalgıç Papua Yeni Gine'deki dünyanın en büyük mağara sistemine giriyorlar, sonra işler ters gidiyor ve mağaradan sağ kurtulabilmek için hem doğa hem de birbirleri ile mücadele etmeye başlıyorlar. İşin içinde Cameron olunca herhalde mağaranın dibinde bir yerlerde uzaylı bir yaratıkla karşılaşacaklar diye düşündüm önce (Abyss, Aliens, Avatar etkisi), ama filmin başında "based on a true story" ibaresini görünce bu fikrim değişti haliyle. Birkaç nefes kesici doğa ve sualtı görüntüsü ile başlayan, ancak ne yazık ki ilerleyen dakikalarda giderek sıradanlaşan ve bir televizyon filmi kıvamına gelen, çok da fazla para harcanmadığını düşündürten (harcandıysa da bunu hiç belli etmeyen) bir prodüksiyon Sanctum. Keşke James Cameron biraz işin ucundan tutup, "bakın oğlum, şöyle yapacaksınız" filan deseymiş. (5) DVD'Sİ ÇIKTI
15 Eylül 2011
88. Battle: Los Angeles
Efendim uzaylılar dünyayı istila ediyor, bir grup asker de kalan "son kale" Los Angeles'ı kurtarmaya çalışıyorlar. Aslında Los Angeles'ın bir mahallesi demek daha doğru olur. Filmin yönetmeni "amacım içinde savaş sahnesi olan bir uzaylı filmi çekmek değil, uzaylı temasını dekor olarak kullanan bir savaş filmi çekmek" demiş. Ama işte tüm film boyunca kameranı anlamsızca hareket ettirip, bağırıp çağırıp duran askerleri yakın plan çekmekle savaş filmi çektim olmuyor. Battle: Los Angeles'ı izlemek playstation'da savaş oyunu oynayan bir veledi uzaktan seyretmek gibi... Sadece daha fazla baş ağrıtıyor. (4) DVD'Sİ ÇIKTI
12 Eylül 2011
87. Perfect Sense
Bilim-kurgu ile romantizmin evliliği her zaman başarılı sonuçlar doğurmayabiliyor, özellikle yönetmen çok yetenekli değilse... Perfect Sense aslında çok ilginç bir çıkış noktasına sahip: Bilinmeyen bir salgın tüm dünyayı etkiliyor ve beş duyunun sırayla kaybedilmesine neden oluyor; insanlar önce koku almamaya başlıyorlar, sonra tat alma duyusu yok oluyor. Asıl kıyamet ise işitme ve görmenin kaybedilmesi ile başlıyor. Böyle bir ortamda Glasgow'da bir restoran şefi (Ewan McGregor) ve bir bilim kadını (Eva Green) arasındaki aşkı izliyoruz. İnsanlığın her şart ve duruma adapte olabilme dürtüsünü gösteren bölümler son derece ilginç: Örneğin dünyada tat alma duyusu kalmayınca tüm restoranların kapanacağını düşünürsünüz, değil mi? Ama "tat" olgusunun yerini başka bir şey alıyor ve insanlar yemeklerin kıtır kıtır ya da yumuşak olması ile ilgilenmeye başlıyorlar ve sosyalleşmek adına yine restoranlara gidiliyor. İşin bilim-kurgu ve felsefi tarafı tüm film boyunca ilgimizi çekse de, bu aşıkların romantizmine bir türlü ortak olamıyoruz. Sonuç olarak filmin bir tarafı sürekli aksıyor ve son tahlilde yeterince etkileyici olamıyor. (6) SİNEMADA İZLENDİ
8 Eylül 2011
86. The Conspirator
1865 yılında, Kuzey-Güney savaşının sonları yaklaşırken, başkan Abraham Lincoln Washington'da bir suikaste kurban gider. Cinayet zanlılarının yanısıra, Mary Suratt (Robin Wright) adlı bir kadın da suikast çetesine yardım ve yataklık etmekten tutuklanır ve bir sivil olmasına rağmen askeri mahkeme tarafından yargılanır. Kadını savunma görevi ateşli bir Lincoln taraftarı olan avukat Fred Aiken'a (James McAvoy) verilecektir. Robert Redford'un yönetmenliğini yaptığı ve tamamen gerçek olaylar ve kişiler üzerine kurulu The Conspirator özellikle Amerikan tarihi ile ilgilenenler için bulunmaz bir cevher. Ancak anlatılan hikayeyi sadece bir tarihi drama olarak okumak yanlış olur. Film tüm insanlar ve tüm zamanlar için geçerli evrensel hukuk değerleri ile ilgili yaman söylemler içeriyor. "Tüm zamanlar için" demem boşuna değil, söz konusu olaydan neredeyse 150 yıl sonra 11 Eylül sonrası Bush yönetiminin getirdiği Patriot Act / Vatanseverlik Yasası nedeniyle filmdeki tartışmanın aynen yeniden yapılması, bazı şeylerin hiç değişmediğini düşündürüyor insana. The Conspirator, adalet ve hukuk gibi kutsal kavramların güçlülerin elinde nasıl birer cinayet senaryosuna dönüşebileceğini tarihsel perspektiften yansıtan, akıllara hitap eden, sağlam bir film. (7,5)
7 Eylül 2011
85. Captain America: The First Avenger
Öncelikle filmin Türkçe adındaki saçmalıktan bahsetmek lazım. "Kaptan" Amerika'yı izlemeye giden çocuklar muhtemelen "bu adam hangi geminin kaptanı" diye sormuşlardır babalarına... Üstelik filmin içindeki konuşmalarda doğru bir çeviri ile "Yüzbaşı" Amerika denirken, filmi getiren UIP şirketi başlığı neden kaptan yapmaya gerek duydu acaba? Neyse, filme gelelim: Captain America aslında bir süper kahraman filminde görmeye alışmadığımız biçimde hikayeye ve karakter gelişimine önem vererek başlıyor. Bol gürültülü anlamsız özel efektler yerine, 1940'ların Amerikası'nda orduya katılmak için uğraşan çelimsiz bir gencin hikayesini sakin sakin anlatmayı tercih etmiş yönetmen Joe Johnston. Set tasarımları ve kostümlerdeki özen dikkate alınınca, Johnston'ın bir "dönem filmi" çektiği bile iddia edilebilir. Ancak bu dönem filmi algısı bir süre sonra filmin aleyhine işlemeye başlıyor. Başkasını bilmem ama eski arabalar, eski silahlar, eski makineler gereğinden fazla oldu mu, hem de bir aksiyon filminde, beni sıkıyor. Chris Evans'ı sıska küçük bir adam haline getiren görsel efektler ise çok başarılı. (7) SİNEMADA İZLENDİ
6 Eylül 2011
84. Rise of the Planet of the Apes
Charlton Heston'lı ilk Maymunlar Cehennemi filmi 1968 yılında çekilmiş, sonrasında 1970'li yıllarda Maymunlar Cehennemine Dönüş, Maymunlar Cehenneminden Kaçış, Maymunlar Cehenneminde Savaş, Maymunlar Cehenneminde İsyan derken seri iyice sündürülmüş ve giderek cehennem azabına dönüşmüştü. Orjinal seriyi sinemalarda izlemeye yaşım yetmedi (filmlerin tümü Türkiye'de sinemalarda gösterildi mi, ondan da şüpheliyim) ama 80'li yıllarda siyah-beyaz TRT ekranında bu filmleri izlediğimi hatırlıyorum. Yıllar sonra 2001'de Tim Burton'ın yönetmenliğinde seri yeniden canlandırılmaya çalışılmış, ama bu teşebbüs hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı. Şimdi hem senaryo günümüze uyarlanıyor, hem de tıpkı Star Wars'da olduğu gibi bir prequel/ön hikaye yapılıyor, yani ilk Maymunlar Cehennemi filmindeki noktaya nasıl gelindiği anlatılıyor. Filmin şüphesiz en başarılı "aktör"ü şempanze Sezar. Bilgisayar animasyonu ve gerçek bir oyuncunun (Yüzüklerin Efendisi'nde de Gollum'u oynayan Andy Serkis) yüz mimikleri birleştirilerek oluşturulan Sezar, görsel efekt teknolojisinin nerelere ulaştığını bize bir kez daha gösteriyor ve hiçbir sahnede yapay durmuyor. Öyle ki, insan rollerinin son derece tek boyutlu olarak canlandırıldığı film boyunca seyircinin duygusal bağ kurabildiği tek karakter belki de Sezar. Rise of the Planet of the Apes genelde iyi ve sürükleyici bir film, ancak sanki bir yirmi dakika kadar erken bitirilmiş hissi uyandırdı bende. Golden Gate köprüsündeki karşılaşmadan sonra, insan birkaç tane daha ihtişamlı sahne bekliyor, ama film "pat" diye bitiyor. "Bu bir avuç şebek tüm dünyayı nasıl ele geçirecekler" sorusunun cevabı ise filmin kapanış jeneriği akarken çok ilginç bir yöntemle ve çarpıcı bir şekilde veriliyor. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)