8 Kasım 2024

The Wild Robot

 




Bir gemi kazasından sonra, Roz adında zeki bir robot ıssız bir adada mahsur kalıyor. Zorlu ada şartlarında hayatta kalmak için Roz, adanın hayvanlarıyla bağ kurmaya çalışıyor. Bu arada yetim bir kaz yavrusuna da bakıcılık yapmaya karar veriyor. Daha önce How to Train Your Dragon'un yazar ve yönetmeni olarak tanıdığımız Chris Sanders yine çocukların yanı sıra büyükleri de mest edecek çok sevimli bir aile hikayesi ile karşımızda.

The Wild Robot'un belki de en iyi yanı Hollywood yapımı bir animasyon filmine benzememesi.  Film Disney'den çok Miyazaki gibi hissettiriyor. Chris Sanders'ın incelikli senaryosu, nezaketin bir hayatta kalma becerisi olarak kullanılabileceğini ve sevgi bağlarının doğuştan gelen farklılıklardan daha güçlü olabileceğini anlatıyor. Hikayenin büyük bir kısmında kötü adam yok. Bu elbette hiç çatışma olmadığı anlamına gelmiyor, ancak filmin anlatısını ilerletmek için bir büyük kötüye ihtiyacı yok. Bunun yerine ilişkilere ve duygusal etkileşimlere güveniyor ve bunu hem çocukların hem de yetişkinlerin ilgisini çekecek bir şekilde yapıyor.

Son yıllarda özellikle aile filmleri orjinal bir hikaye yaratmaktan ziyade bir franchise oluşturmaya ve buna bağlı olarak işin pazarlama kısmına daha fazla odaklanır hale gelmişlerdi. The Wild Robot işte bu genel trendden sıyrılmayı başarıyor. Chris Sanders'ın filmi hikaye anlatımına önem veren ve klişelerden uzak duran haliyle Japon usta Miyazaki'nin filmleriyle birlikte anılmayı hak ediyor. Bu senenin en iyi animasyonu.

The Wild Robot filmini Türkiye'de 8 Haziran'dan itibaren sinemalarda izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 8 / 10 


  

 

31 Ekim 2024

Ekim Filmleri

 




Ekim ayında izlediğim filmler ve puanlarım:






Smile 2 7,5

Kill 7,5



Didi 7

Trap 6,5


Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ya da benim yorumlarıma ulaşabilirsiniz.

2024'te izlediğim film adedi: 103

30 Ekim 2024

The Substance

 




İşte bu sene görüp görebileceğiniz en sıradışı, en çılgın film. Bu yazıyı okuyanların yarısı bu filmi tavsiye ettiğim için bana teşekkür edecek, diğer yarısı ise bana lanet okuyacak. Filmin yukarıdaki ABD afişinde Indiewire dergisinin yorumu yazılmış "absolutely fucking insane / kesinlikle manyakça" diye (ifadeyi yumuşatarak yazıyorum). Bunu önce bir pazarlama taktiği diye düşünmüştüm, ama filmden çıkarken benim beynimden geçen kelimeler de aynen öyleydi.

Eski Hollywood yıldızı Elisabeth Sparkle (Demi Moore) televizyonda bir fitness programının sunuculuğunu yapmaktadır. Bir gün televizyon kanalının münasebetsiz yöneticisi Harvey (Dennis Quaid) tarafından artık yaşlandığı ve genç izleyiciye hitap etmediği gerekçesiyle işinden kovulur. İşten çıkarılmasına öfkelenen Elisabeth, "The Substance" adlı merdivenaltı bir kimyasal maddeyi kullanmaya başlar. Bu madde Elisabeth'in içinden (Alien filminden fırlamış gibi duran grotesk bir doğum sahnesi eşliğinde) kendisinin daha genç ve daha güzel bir versiyonunun çıkmasını sağlamaktadır. Sue (Margaret Qualley) adlı bu genç versiyon Harvey'nin istediği her şeydir ve kısa süre sonra Elisabeth'in eski işini devralır. Ancak bu maddeyi kullanırken bazı kurallar vardır: örneğin, iki kadın aynı anda uyanık olamaz, yedi günlük periyotlar halinde uyanıklık dönemlerini değiş-tokuş etmek zorundadırlar. Talimatlara uyulmazsa, sonuçlar çirkin ve yıkıcı olabilir. Ve tabii ki, Elisabeth ve Sue bir süre sonra kuralları çiğnemeye başlarlar.

The Substance sinematografisi ile göz kamaştıran bir yapım. Film bizi sürekli güçlü imgeler sağanağına tabi tutuyor. Filmin başlarında, Sue'nun parlak, canlı dünyası ile Elisabeth'in yaşadığı daha az renkli hayat arasında bir karşıtlık yaratılıyor. Kanlı sahnelerin çoğunun gerçekleştiği banyo, kızıl kanla daha iyi bir kontrast oluşturmak amacıyla parlak beyaz renkte tasarlanmış. Filmin ilerleyen kısımlarında, her şeyin kırmızıya boyandığı abartılı bir sahne de mevcut. 

Demi Moore tüm kariyerinin en iyi performansı ile döktürüyor. Zamanında Hollywood’un en gözde yıldızlarından biri olan Moore’un bir anlamda kendi hikâyesini adeta yaşayarak anlattığını da söylemek mümkün. Korku filmleri genelde Oscar jürisi tarafından görmezden gelindiği için Moore'un bu filmdeki oyunculuğu büyük olasılıkla hak ettiği takdiri alamayacak, ama kesinlikle ödüllerle taçlandırılması gereken bir performans var karşımızda. Margaret Qualley ve Dennis Quaid de çok iyi.

Daha çok filmin biçimsel üstünlüklerine odaklandık ama The Substance, yalnızca bir korku hikâyesinin ötesine geçerek, yaşlanma, beden algısı ve toplumsal baskılar üzerine derinlemesine bir inceleme sunuyor. Fransız kadın yönetmen Coralie Fargeat, günümüz sinemasında eksikliğini sıklıkla hissettiğimiz bir şeyi gerçekleştirmiş: kendi yönetmen vizyonuna yönelik cesur, tavizsiz bir yaklaşım. Bu, AVM salonlarında oynayan kalıplaşmış şeylerden farklılığıyla dikkat çeken, alışılmışın çok dışında bir film. Evet, yaratılan dünya tuhaf ama The Substance bu tuhaf dünyaya girenleri eğlendirme kapasitesini de asla kaybetmiyor. Filmi belki benim gibi çok seveceksiniz, belki nefret edeceksiniz, ama bir şey kesin: kolay kolay aklınızdan çıkmayacak.

The Substance filmini 1 Kasım'dan itibaren kısıtlı sayıda sinemada ve aynı zamanda MUBI platformunda izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 8 / 10


25 Ekim 2024

Smile 2

 




İki yıl önce çekilen ilk Smile ilginç bir fikirden yola çıkan başarılı bir korku filmiydi. 17 milyon dolar gibi düşük bir bütçeyle çekilen film tüm dünyada 220 milyon dolarlık gişe hasılatı yapınca, Paramount stüdyosu yöneticilerinin ikinci film için yönetmen Parker Finn'in kapısını çalmaları kaçınılmazdı. Finn, kendisine sunulan açık çeki çar çur etmemiş. Bu ikinci halka birçok bakımdan ilkinden daha iyi bir film. Smile 2, ilk filmin fikirlerini ve estetiğini alıp bunları ikiye katlıyor. Günümüz korku sinemasında pek  çok devam filmi önceki filmlerin sulandırılmış tekrarları gibi görünürken, Parker Finn ilk bölümü bir sıçrama tahtası olarak kullanıyor ve daha uzun, daha yoğun ve daha ürkütücü bir hikaye ile karşımıza geliyor. Film, önce Smile'ın sonundan kalan olay örgüsünün iplerini bağlıyor, ama sonra hızla kendi kimliğini geliştirmeyi ihmal etmiyor.

Smile 2'yi başarılı kılan iki faktör var: Birincisi, yazar/yönetmen Parker Finn'in sarsıcı bir görsel ve işitsel atmosfer yaratmadaki ustalığı. Bu genç yönetmenin sadece iki filmi olduğuna inanmak güç. Film izleyicileri gerçek ile hayali ayırt etmenin imkansız olduğu halüsinojenik bir kaos girdabına sürüklüyor. Finn, kuralları tersyüz eden kadrajları, tekinsizliği an be an hissettiren açıları ve türe yenilik getiren tercihleriyle yine çok başarılı bir iş ortaya koyuyor.  İkinci faktör ise başrol oyuncusu Naomi Scott'ın performansı. CV'si pek umut verici görünmese de (daha önce Power Rangers ve Charlie's Angels filmlerinde oynamıştı) Naomi Scott burada tüm filmi neredeyse tek başına sırtlıyor ve inandırıcı bir oyunculuk ile canlandırdığı karakteri benimsememizi sağlıyor. Şarkı söyleme yeteneği de ekstra bir artı yazdırıyor hanesine.

"Jump scare" denilen seyirciyi koltuğunda zıplatma amaçlı sahneleri biraz fazla kullanması ve süresinin bir 20-25 dakika kadar gereğinden fazla uzun tutulması ise filmin eleştirilecek noktaları olarak sayılabilir. Ama bu küçük kusurlarına rağmen, gerek yönetmenlik becerisi gerekse de başrol oyuncusunun mükemmele yakın performansı ile sağlam bir korku filmi var karşımızda.  

Smile 2'yi Türkiye'de şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz.



Benim Notum: 7,5 / 10





11 Ekim 2024

Transformers One

 




İlk olarak 1984 yılında bir oyuncak serisi olarak ortaya çıkan, sonrasında animasyon TV dizisi ve çizgi roman olarak devam eden, 2007 yılından itibaren ise Michael Bay imzalı pahalı, gösterişli ama zeka seviyesi düşük filmlerle sinema perdelerimizi şenlendiren Transformers robotları animasyon dünyasına geri dönüyor. Bir origin/başlangıç öyküsü olarak kurgulanan Tranformers One'da sonradan birbirlerine düşman kesilseler de bir zamanlar kardeş gibi dost olan Optimus Prime ve Megatron'un Cybertron gezegenindeki anlatılmamış hikayesini izliyoruz.

2007-2023 arasında çekilen önceki yedi film hep dünyadaki insanlar ile Transformers robotları arasında gelişen olayları anlatıyordu, yani hep arada insanlar vardı. Burada ise sadece robot karakterler var, hiç insan yok. Bu da aslında animasyon formatı için iyi bir fırsat yaratıyor. Toy Story 4 filminden hatırladığımız yönetmen Josh Cooley özellikle aksiyon sahnelerinde oldukça iyi iş çıkartıyor. Ama elbette bu robotların fizyolojisi ile ilgili mantığı zorlayan bazı soruları sinemaya girmeden önce askıda bırakmak gerekiyor. Örneğin, makineler arasında cinsiyet diye bir şey olmadığına göre kadın robot nasıl oluyor, bu robotların hangi araca dönüşeceklerine kim karar veriyor, araç demişken dünyadan yüzbinlerce ışık yılı ötede yaşayan bu robotlar nasıl oluyor da hiç görmedikleri dünyadaki taşıtlara dönüşüyorlar? Vesaire vesaire...

Transformers One seksenli doksanlı yıllarda serinin televizyondaki çizgi filmlerini izleyerek büyümüş  hayranlarını fazlasıyla tatmin edecektir. Öte yandan benim gibi seri ile duygusal bir bağı olmayan seyirciler açısından da, karakter gelişimine önem veren iyi hikayesi, göz alıcı aksiyon sahneleri ve başarılı animasyonu ile sınıfı geçen bir film olmuş.  

Transformers One filmini Türkiye'de şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz. 



Benim Notum: 7 / 10

30 Eylül 2024

Eylül Filmleri

 



Eylül ayında izlediğim filmler ve puanlarım:




Rebel Ridge 7,5









Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ya da benim yorumlarıma ulaşabilirsiniz.

2024'te izlediğim film adedi: 93


Beetlejuice Beetlejuice

 





Beetlejuice Beetlejuice için sinemaya gitmeden önce evde 1988 yapımı ilk filmi yeniden izledim. Yanlış hatılamıyorsam, Michael Keaton'ın şöhret basamaklarını tırmanmasına vesile olan o ilk Beetlejuice filmi Türkiye'de sinemalarda gösterime girmemişti. Daha önce yüz kez oynatılıp başa sarılmış bir VHS video kasedin renkleri birbirine girmiş, kayan görüntüleri eşliğinde izlemiştim filmi. 

36 yıl sonra gelen bu devam filmi (ki bu süre devam filmleri arasındaki zaman aralığı bakımından bir rekormuş, bundan önceki rekor Top Gun'da) aslında ilk filmin ruhunu büyük ölçüde koruyor. Yönetmen Tim Burton, orijinalin güçlü yönlerine sadık kalmış, tekerleği yeniden icat etmeye çalışmamış. 2024 yapımı film bir karbon kopya olmadan ilk filmin yankısını yaratmayı başarmış. Artık bilgisayar teknolojisi çok gelişmiş olmasına rağmen,Burton yine CGI yerine "practical effect" kullanmayı tercih etmiş, yani fiziksel olarak ürettiği malzemelerle oluşturmuş filmdeki görselliği. 

Bu kez tek bir ana olay örgüsü yerine birkaç tane yan hikaye var. Ve bu küçük yan hikayeler oldukça da ilginç. Ben senaryoyu ilk filmden daha çok sevdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca bu kez çok daha fazla güldüm (özellikle Soul Train sahnesini hatırladıkça hala gülüyorum). Yönetmen Tim Burton, Dumbo ve Dark Shadows gibi bazı yanlış adımlar ve garip seçimlerden sonra Beetlejuice Beetlejuice ile tanıdık topraklara geri dönüyor. Geçmişteki iş ortakları ile birlikte projesini nostalji hissi ile sarmalayıp başarılı oluyor. Dünyanın bir başka Beetlejuice filmine ihtiyacı var mıydı tartışılır olsa da, film kesemizi dolduralım motivasyonundan ziyade, her sahnesi ile gözlerimizi şenlendiren gerçek bir yaratıcılığın perdeye yansıtılması sonucu ortaya çıkmış gibi görünüyor. Beetlejuice'un keyifli tuhaflığı ile seksenlerde tanışma fırsatı bulamayanlar için güzel bir fırsat.

Beetlejuice Beetlejuice filmini Türkiye'de şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 7,5 / 10



   

8 Eylül 2024

Alien: Romulus




Ridley Scott'un bundan tam 45 yıl önce, 1979'da çektiği Alien bilim-kurgu korku türünün başyapıtlarından sayılır. Artık 87 yaşına ulaşan usta yönetmen yeni yüzyılda Alien fikrini iki kez daha ziyaret etti. İlk olarak 2012'de çektiği Prometheus'ta bu canavarın ortaya çıkışı ile ilgili felsefi bazı açılımlar yaptı. Prometheus benim sevdiğim bir filmdi, ancak Alien serisinin hayranları  sinema tarihinin belki de en meşhur tasarımı denilebilecek Xenomorph'un filmde hiç görünmemesi nedeniyle epey hayal kırıklığına uğramışlardı. Ridley Scott bu şikayetleri duymuş olsa gerek ki, 2017'de çektiği Alien Covenant'da yaratığımız bol bol yeniden arz-ı endam eylemişti.

Alien Romulus'ta ise Ridley Scott sadece yapımcı olarak görünüyor, yönetmen koltuğunu son dönemin yükselen yıldızlarından Fede Alverez'e bırakıyor. Evil Dead'in yeniden çevrimi ve Don't Breathe gibi filmlerden hatırladığımız Uruguaylı yönetmen Alverez korku sinemasındaki becerikliliğini Alien'ın karanlık koridorlarına başarıyla uyarlıyor. Romulus, özellikle korku ve gerilim faktörü dikkate alındığında serideki tüm filmler arasında orjinal Alien'a en çok benzeyen yapım. 

Bir Alien hayranı olduğu kesinlikle belli olan Fede Alvarez karmaşık bir olay örgüsü yerine, basit bir anlatıyı tercih etmiş. Dört-beş kişilik bir kadroyu terk edilmiş bir uzay istasyonunda canavarlarımızla baş başa bırakıp, onların hayatta kalma mücadelesini anlatmış. İlk film Alien ve ikinci film Aliens'dan en akılda kalıcı motifleri alıp, kenara köşeye yerleştirdiği paskalya yumurtaları ve fan hizmeti örnekleri ile bir "greatest hits" yaklaşımını seçmiş. Yönetmenin gerilim yaratmadaki ustalığı sayesinde bu yaklaşım çoğunlukla işe de yaramış. Alien Romulus ilk iki filmin seviyesine ulaşamasa da, salyalı canavarımızın göründüğü devam filmleri arasında en iyisi diyebilirim.

Alien Romulus'u Türkiye'de şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz.



Benim Notum: 7,5 / 10


 

6 Eylül 2024

Longlegs

 





Psycho filminin efsanevi aktörü Anthony Perkins'in oğlu Osgood Perkins önceleri bir oyuncu olarak sinema dünyasına atılmıştı. Hatta 1983 yapımı Psycho II'de Norman Bates'in gençliğini canlandırmışlığı da var. Son yıllarda ise yönetmen olarak kariyerini sürdürüyor. Perkins, Longlegs ile korku türünde ailenin genlerinde bir yetenek olduğunu kanıtlıyor.

Doksanlı yıllarda geçen filmde, bir seri katilin peşindeki FBI ajanı Lee Harker, cinayetlere son verebilmek için katilin bıraktığı gizemli ipuçlarını çözmeye çalışıyor. Konuyu okuyunca akla hemen Silence of the Lambs, Seven ya da Zodiac geliyor. Filmin yarattığı görsel atmosferinin de en çok Seven'a yakın olduğu söylenebilir. Öte yandan Longlegs psikolojik gerilim ile korku arasında gidip geliyor. Satanik ritüellerin ön plana çıktığı dakikalarda ise ürpertici bir korku filmi haline dönüşüyor. Osgood Perkins, kullandığı çerçeveler, gölgeler ve filmin kurgusu ile birinci dakikadan son dakikaya kadar bir tekinsizlik duygusunu içimize yerleştirmeyi başarıyor. Sürekli arka planda bir şeyler olacakmış tedirginliği ile izliyoruz sahneleri.

Filmin yukarıdaki afişine de ismi basıldığı için Nicolas Cage'in filmin kadrosunda yer aldığını söylemek spoiler sayılmaz. Cage oldukça geç teşrif ediyor perdeye, ama ilk göründüğü andan itibaren filme damgasını vurmayı başarıyor. Bu arada ilginç bir şey de oluyor: başka bir filmin içinde gülünç kaçabilecek Cage'in abartılı sahneleri bu filmde son derece ürpertici bir performansa dönüşüyor. Bu uzun süredir (en son Pig'de beğenmiştim) gördüğüm en etkileyici Nicolas Cage performansı. FBI ajanı Lee Harker rolünde Maika Monroe da insanlarla iletişim kurmakta zorlanan, bulunduğu ortama adapte olamayan, adeta otizm sınırındaki bir karakteri başarıyla canlandırıyor.

Sonuç olarak Longlegs, kurmuş olduğu tekinsiz atmosferi, sinematografisi ve oyunculukları ile başarılı bir film. Sadece finali beni pek tatmin etmedi. Doğaüstü güçlere bağlanan çözümleme, filmin o ana kadar kurduğu rasyonel dünyaya biraz ihanet etmiş gibi geldi bana. 

Longlegs filmini 6 Eylül tarihinden itibaren Türkiye sinemalarında izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 7,5 / 10
 


 

31 Ağustos 2024

Ağustos Filmleri

 



Ağustos ayında izlediğim filmler ve puanlarım:



Alive Inside 7,5


* Longlegs 7,5

* Oddity 7,5



* Thelma 7


* IF 6,5



Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ya da benim film için yazdığım yazıya ulaşabilirsiniz.

2024'te izlediğim film adedi: 84




31 Temmuz 2024

Temmuz Filmleri

 



Temmuz ayında izlediğim filmler ve puanlarım:



Twisters 7,5






MaXXXine 7






Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ya da benim film için yazdığım yazıya ulaşabilirsiniz.

2024'te izlediğim film adedi: 74






23 Temmuz 2024

Twisters

 



1996'da çekilen ilk Twister o yıllarda yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan CGI (bilgisayarda geliştirilmiş görüntüler) teknolojisi ile bizi bir kasırganın ortasına yerleştirmişti. Speed'in de yönetmeni olan Jan de Bont'un bilgisayar efektlerinin yanısıra jet motorlarını da kullanarak oluşturduğu kasırga görüntüleri sinemada bir ilkti. Steven Spielberg'in yapımcılığında çekilen film Helen Hunt'lı, Bill Paxton'lı ve Philip Seymour Hoffman'lı kadrosuyla o yılın en çok gişe hasılatı getiren yapımlarından biri olmuştu. Film aynı zamanda arka arkaya sinemalara teşrif edecek Dante's Peak, Volcano, Hard Rain, vs. gibi birçok doğal felaket filminin de öncüsü oldu. 

Neredeyse 30 yıl sonra gelen bu senenin blockbuster filmi Twisters aslında bir devam filmi değil. Çünkü ilk filmdeki karakterlerle hiçbir bağlantısı yok. İlk filmin ruhunu koruyarak oluşturulmuş bir reboot / yeniden çevrim diyebiliriz. Yapımcı koltuğunda oturmaya devam eden Steven Spielberg aslında akıllıca davranmış ve çalışan bir formülü bozmamaya karar vermiş, ilk filmin izinden gitmiş. Gelen haberlere göre Twisters bu senenin de en çok gişe getiren filmlerinden biri olacak gibi. Çok daha farklı bir kulvarda yer alan, 6 dalda Oscar adayı Minari filminden hatırladığımız yönetmen Lee Isaac Chung hikâye anlatımı ve karakter gelişimi konularındaki hünerini yüksek bütçeli bu aksiyon filminde de göstermeyi başarmış. İlk filmden farklı olarak bu kez kasırgaları sadece spektaküler doğa olayları olarak sergilemekle yetinilmemiş, yarattıkları yıkım da öne çıkarılmış. Bir küçük kasabada sıradan insanların hayatlarını nasıl olumsuz etkilediği gösterilmiş.

Twisters aslında geçen seneki Top Gun Maverick'e benzer duygular yaşatıyor. Dolu bir salonda, dev bir perdede, patlamış mısır eşliğinde yaşanacak bir 90'lar nostaljisi. İlgi çekici karakterlere ve heyecanlı kasırga sahnelerine sahip bir  aksiyon. İzlemesi keyifli bir macera. 


Benim Notum: 7,5 / 10



13 Temmuz 2024

A Quiet Place: Day One

 



2018 yapımı ilk A Quiet Place filmi herkesi çok şaşırtmıştı. Komedi dizisi oyunculuğundan gelip yönetmenliğe soyunan John Krasinski bu ilk büyük bütçeli filminde basit bir konseptten yola çıkıp sıkı bir gerilim yaratmayı başarmıştı. Post apokaliptik bir gelecekte, sese aşırı duyarlı bir takım yaratıklara karşı hayatta kalma mücadelesi veren bir ailenin hikayesinin anlatıldığı filmde sessizlik filmin ana oyuncularından biri haline dönüşüyor, sinema salonlarında seyirciler mısırlarını hışırdatamadan perdeye kitlenip kalıyorlardı. İkinci film covid sonrası sinemalara dönmeye başladığımız günlerde, 2021 yaz aylarında gösterime girdi. John Krasinski aynı başarıyı ikinci filmde de sürdürdü, hatta gerilim unsurunu bir tık daha arttırdı.

O ikinci filmin en başında olayların başlangıcını gösteren kısa ama çok etkileyici bir "Day 1" bölümü vardı. Uzaylı istilasının ilk gününü anlatan o bölüm ailenin yaşadığı küçük kasabada geçiyordu. Bu üçüncü filmde işte yine o ilk günü izliyoruz, ama bu kez çok daha büyük bir lokasyona, New York şehrine gidiyoruz. O gün tanıştığı Eric adlı bir adamla birlikte Manhattan adasında mahsur kalan Samira'nın hayatta kalma mücadelesine tanıklık ediyoruz.

Olaylar devasa New York'a taşınınca ve seride de üçüncü film olunca bunun bol patlamalı, bol aksiyonlu, yüzlerce figüranın oradan oraya savrulduğu epik sahnelerle dolu bir kıyamet hikayesi olmasını bekleyebilirsiniz. Ancak Day One oldukça küçük ölçekli bir film. Evet, arka planda kısa kısa da olsa yıkılan köprü görüntüleri ya da gökdelenlere tırmanan yaratık manzaraları var. Ama Day One daha çok merkezindeki iki karakterin yaşadıklarına odaklanan oldukça duygu yoğunluklu bir film. İlk iki filmi yöneten John Krasinski bu kez yönetmen koltuğunu Michael Sarnoski'ye devretmiş, kendisi sadece senaryoya katkıda bulunmuş. 2021 yılında benim çok sevdiğim Nicolas Cage'li Pig filmini çeken Michael Sarnoski, Pig'de çokça hissettiğimiz o bağımsız film havasını buraya da taşımış.

İlk iki filmdeki "aman bastığımız yere dikkat edelim, çıt çıkarmayalım" şeklinde özetlenebilecek pazarlama malzemesi bu üçüncü filmde artık etkisini biraz yitirmişe benziyor. Ön plandaki iki karakterin hikayeleri de ilk iki filmdeki aile kadar ilginç değil. Day One, biraz gazı kaçmış kola gibi hissettirse de özellikle başroldeki Lupito Nyongo'nun başarılı performansı ve yönetmen Michael Sarnoski'nin etkileyici görüntüleri ile sınıfı geçen bir film.


Benim Notum: 7 / 10     

6 Temmuz 2024

Inside Out 2

 




2015 yılında çekilen ilk Inside Out çok orjinal bir fikirden yola çıkıyor ve içimizdeki Sevinç, Korku, Öfke ve Üzüntü gibi duyguları yaşayan konuşan birer karakter haline getiriyordu. Riley adındaki bir kız çocuğu yeni bir şehre ve yeni bir okula alışmaya çalışırken, onun beynindeki bir kontrol odasında ikamet eden bu duygular onun hareketlerine yön veriyorlardı. Film o sene en iyi animasyon dalında Oscar almış, en iyi orjinal senaryo dalında da Oscar'a aday olmuştu. Bu devam filminde Riley artık 13 yaşına gelmiştir ve yepyeni ve daha karmaşık duygularla başetmek zorundadır. Riley ergenlik yıllarına uyum sağlamaya çalışırken, ilk filmdeki eski duygular ise yerlerini almaya çalışan Kaygı, Kıskançlık, Sıkıntı, Utanma ve İmrenme ile bir iktidar mücadelesine girişeceklerdir. 

İlk filmin en büyük kozu taptaze bir fikri alışılmadık bir bakış açısı ile izleyicilere sunmasıydı. Bu kez o özgünlük unsuru biraz etkisini yitirmiş gibi. Ancak film yine de ergenlik yaşlarına özgü o sürekli değişen bir sosyal dinamikte yönünü bulabilme kaygısını ve o umutsuz kabullenilme ihtiyacını güzel bir şekilde anlatıyor. O yıllarda her şey bir yerlere, bir şeylere ait olma ile ilgili değil midir (ve bunu hepimiz yaşadık değil mi)? Disney Pixar, Luca ve Turning Red'den sonra ergenlik dönemini mercek altına alan hikayelere devam ediyor. Kelsey Mann'ın yönettiği film aslında birkaç farklı yaş grubuna birden hitap ediyor. 10 yaşından küçükler neler olduğunu tam anlamasalar da filmin renkli enerjisine kapılacaklar, 10 yaşından büyükler kendi hayatlarıyla paralellikler kuracaklar, onlarla birlikte sinemaya gelen anne-babaları ise eminim geçmişe dönecekler, belki birkaç gözyaşı bile dökecekler. 

Inside Out 2'yi şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz. İlk film Inside Out ise Disney Plus'ta sizi bekliyor.


Benim Notum: 7 / 10

30 Haziran 2024

Haziran Filmleri

 



Haziran ayında izlediğim filmler ve puanlarım:


Hit Man 7,5

Monster 7,5








Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2024'te izlediğim film adedi: 62


11 Haziran 2024

Godzilla Minus One

 



Sualtından gelen dev canavar Godzilla, ilk olarak 1954 yapımı bir Japon filminde sinema perdelerine teşrif etmişti. Sonrasında 33'ü Japonya'dan 5'i de Hollywood yapımı olmak üzere toplam 38 Godzilla filmi daha çekildi. Bu 70 yıllık süreçte prehistorik dev kertenkelemiz bazen King Kong gibi başka canavarlarla kapıştı, bazen de bu canavarlarla aynı ekipte yer alıp uzaydan gelen başka dev yaratıklara karşı dünyayı savundu. Ama şu bir gerçek ki, son yıllarda, özellikle de son beş yılda Legendary Pictures tarafından çekilen Amerikan yapımlarında Godzilla eski karizmasını yitirmiş, neredeyse sirk atraksiyonuna dönmüştü. İşte şimdi ta 1954'deki ilk filmi de yapan Japon Toho şirketinin kontrolünde Godzilla köklerine geri dönüyor, bir bakıma Japonlar Godzilla'ya itibarını yeniden kazandırıyor.

Godzilla Minus One şimdiye kadar gördüğümüz en iyi Godzilla filmi olabilir. Bunun en büyük nedeni yönetmen Takashi Yamazaki'nin filmdeki insanları figüranlıktan çıkarıp, onlara gerçek birer karakter, merak uyandıran birer hikaye verebilmesi. Film özünde, görevini tamamlayamadan ülkesine dönmüş  bir kamikaze pilotunun yaşadığı savaş sonrası travmaları anlatıyor. Uzun süredir ilk defa bir Godzilla filminde canavarın dev ayağının altında kimin kalacağını önemsiyoruz. Filmin bu sene en iyi görüntü efekti dalında Oscar almayı başaran özel efekt ekibi de çok iyi bir iş çıkartmışlar. Sadece 15 milyon dolara mal olan Japon yapımı Godzilla Minus One, örneğin kendisine göre 10 kat daha fazla bütçeye sahip Amerikan yapımı Godzilla vs Kong'a kıyasla teknik açıdan da çok daha üstün bir film. Görsel efektlerinden müziklerine, senaryosundan oyunculuk performanslarına her alanda üst düzey bir iş Godzilla Minus One. Esinlendiği eserlerin güçlü yanlarını başarıyla uygulayıp, bunları çarpıcı bir dönem hikayesi ve akılda kalıcı karakterlerle birleştiriyor. Hollywood yapımı Godzilla filmlerinin tamamında ekranda kaldıkları süreye rağmen derinliksiz kalan karakterlerin aksine, Minus One’ın karakterleri filmin duygusal temelini oluşturuyor. Film savaş, barış, suçluluk duygusu ve travmaya dair mesajlarını son derece güçlü bir şekilde iletiliyor.

Godzilla Minus One Türkiye'de ne yazık ki sinemalarda gösterime girmedi. Halbuki bu dev kertenkelenin yüksek desibelli çığlığını bir sinema salonunun kaliteli ses sisteminden bangır bangır duymak çok iyi bir deneyim olabilirdi. Ama bir teselli ikramiyemiz var: film geçen haftadan itibaren Netflix Türkiye kataloğuna dahil oldu. Netflix'te izleyecek bir şey bulamıyorum diyenler, bu Japon harikasını kaçırmasın.


Benim Notum: 8 / 10

      





 

31 Mayıs 2024

Mayıs Filmleri

 



Mayıs ayında izlediğim filmler ve puanlarım:





The Fall Guy 7,5



Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ya da benim film ile ilgili yazıma ulaşabilirsiniz.

2024'te izlediğim film adedi: 55



30 Mayıs 2024

Furiosa: A Mad Max Saga

 



Bundan tam dokuz yıl önce, yine bu blogda Mad Max: Fury Road için yazdığım yazıda aynen şöyle demişim: "Aksiyon sineması tarihine baktığımızda, bazı filmlerin kilometre taşları olduklarını görürüz. 1981'de Raiders of the Lost Ark, 1988'de Die Hard, 1991'de Terminator 2, 1999'da The Matrix ve 2008'de The Dark Knight sadece gişe başarısı elde etmekle kalmadılar, sinemada aksiyonu yeniden tanımlayan filmler olarak tarihe geçtiler. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Mad Max: Fury Road da aksiyon sinemasında bir kilometre taşıdır." Aradan geçen yıllar bu yorumun geçerliliğini pekiştirdi. Emektar George Miller'ın çektiği film bilgisayar efekti içermeyen, gerçek araçların ve dublörlerin kullanıldığı inanılmaz takip sekansları, mükemmel set tasarımları ve dur durak bilmeyen enerjisi ile aksiyon sinemasında hala bir zirve. 

İşte dokuz yıl sonra George Miller hemen hemen aynı set ekibi ile geri dönüp bir Mad Max filmi daha çekme kararı aldığında, beklentilerin tavan yapması çok doğal. Ama Furiosa'yı Fury Road ile karşılaştırmak haksızlık olur. Çünkü birçok açıdan farklı bir film var karşımızda. Birinci farklılık hikayenin yapısında: Fury Road bize iki gece üç gün süren tek bir takip macerasını izletiyordu. Furiosa ise o filmde Charlize Theron'un canlandırdığı kadın savaşçının hayatını çocukluğundan başlayıp 15 seneye yayılan bir süreçte anlatıyor. Bölüm başlıkları ile birbirinden ayrılmış, 5-6 kısımdan oluşan destansı bir hikaye sunuyor. İkinci farklılık filmin tonunda: Fury Road pür aksiyondu, biz seyirciler sanki bir havan topunun içine yerleştirilmiş mermi gibi filmin başında ateşleniyor ve iki saat boyunca uçuyorduk. Furiosa ise karakter gelişimine ve sakin anlara daha fazla zaman ayırıyor. Bu sayede genç Furiosa'yı daha iyi anlıyor, onun geçirdiği duygusal değişimi ve intikam arzusunun kökenlerini daha fazla benimsiyoruz. Nihayetinde, aslında şöyle ilginç bir şey oluyor: Furiosa filmi, Fury Road filmini daha da iyi bir hale getiriyor. Şimdi bu iki filmi arka arkaya izlemek (önce Furiosa, sonra Fury Road olacak şekilde) mükemmel bir deneyim olacak.

Karakter gelişimine zaman ayrılıyor dedim ama bu, filmin aksiyonu yetersiz anlamına gelmesin. Özellikle filmin ortalarındaki bir takip sahnesi özlediğimiz o çılgın kinetik enerjiyi yine fazlasıyla önümüze servis ediyor. Artık 80'ine yaklaşan George Miller, Mad Max’e özgü o görsel - işitsel dünyayı yeniden kurmayı başarıyor ve günümüzde birçok aksiyon filminin ulaşamadığı estetik seviyeyi yine  yakalıyor. Furiosa belki Fury Road'dan bir adım geride kalıyor, örneğin önceki filme göre bilgisayar kökenli görüntülerin daha fazla olduğu hissediliyor. Görüntü yönetmeni Simon Duggan’ın ham çekimlerinin bilgisayar üzerinden şekillendirildiği belli oluyor. Ama tüm bunların filme zarar verdiği söylenemez. Furiosa yine de bu senenin en iyi filmlerinden biri. Fury Road 10 üzerinden 9 ise, Furiosa 10 üzerinden 8. 

Benim Notum: 8 / 10

    

29 Mayıs 2024

Kingdom of the Planet of the Apes

 



2011'de Rise ile başlayıp, 2014'de Dawn ile devam eden Planet of the Apes serisi 2017'de War ile kapanışı yapmıştı. Matt Reeves'in yönetmen koltuğunda oturduğu bu filmler benim gözümde hala sinema tarihinin en iyi üçlemelerinden biridir. Şimdi o son filmden yedi yıl sonra, Maze Runner filmlerinden tanıdığımız (ki o da ayrı bir üçlemeydi) Wes Ball seriyi yeniden canlandırmaya çalışıyor. Aslında eminim ki benim gibi birçok kişi "şimdi buna gerek var mıydı" diyerek yaklaşmıştır bu filme. Ama itiraf etmek gerekir ki, pek de fena bir iş çıkarmamış Wes Ball. Çünkü yönetmen o ilk üç filmdeki konulara geri dönmüyor, aynı şeyleri ısıtıp ısıtıp önümüze koymuyor, tamamen yeni karakterlerle farklı bir dünyayı anlatıyor. Kingdom tek bir film olarak da tatmin edici bir şekilde işleyen, kendi ayakları üzerinde durabilen bir hikaye sunuyor bizlere.

Yönetmen Wes Ball filmine aksiyon anlamında yüksek oktanlı bir giriş yapmıyor. Karakter gelişimine ve dünya oluşturmaya filmin başlarında oldukça fazla ekran süresi ayırıyor, öyle ki filmin ilk insan karakteri 45. dakika civarlarında görünüyor. O zamana kadar, Ball, farklı maymun kabilelerinin ilk üçlemede tanıdığımız Caesar sonrası dönemde nasıl geliştiğini ve farklılaştığını anlatıyor. Bunu yaparken de hassas bir dengeyi tutturuyor: filmdeki hiçbir karakter yüzde yüz iyi ya da yüzde yüz kötü değil - hepsi kendi koşullarının ürünü. Josh Friedman'ın yazdığı senaryo, Noa adlı genç bir maymunun yaşadıkları üzerinden insanlar ve maymunlar bir arada yaşayabilir mi sorusunu bir kez daha masaya taşıyor. Hikaye bu iki tür arasında inşa edilmesi kolay görünmeyen bir güven ilişkisi üzerinden, şu anda dünyamızda yaşanan dinsel, ırksal, etnik gerilimlere ve savaşlara göndermeler de içeriyor.

2011’deki Andy Serkis'li ilk filmden bu yana olduğu gibi, filmin görsel efektleri birinci sınıf. Motion capture teknolojisinin geldiği en üst noktayı izlediğimiz yapımda kullanılan bilgisayar desteği tek bir sahnede bile sırıtmıyor. Baştan sona görsel efektle ilerleyen bir filmin hiç görsel efekt kullanılmamış hissi vermesi de muazzam bir başarı. Film aynı zamanda binaların, anıtların ve diğer tanıdık yapıların çürüdüğü ve bitki örtüsü tarafından kaplandığı apokaliptik bir gelecek manzarasını ürpertici bir şekilde sunuyor. 

Kingdom of the Planet of the Apes anlatımı ve kurduğu görsel dünya açısından seyretmesi keyifli bir film. Ülkemizde şu anda sinemalarda izleyebilirsiniz.


Benim Notum: 7,5 / 10





21 Mayıs 2024

The Fall Guy

 



The Fall Guy'da Ryan Gosling, Colt Seavers adlı bir dublörü canlandırıyor. Colt, sette geçirdiği bir kaza sonrasında dublörlük kariyerine ara vermek zorunda kalıyor. Aylar sonra, eski sevgilisi Jody'nin yönettiği büyük bütçeli bir filmde görev almak üzere mesleğe geri dönüyor. Ancak o filmin çekimleri sırasında esrarengiz olaylar gerçekleşmeye başlıyor ve filmin başrol oyuncusu ortadan kayboluyor. Şimdi Colt sevdiği kızın filmini kurtarmak için dublörlük becerilerini kullanmalı ve komployu çözmelidir. 

The Fall Guy, tam bir "yaz filmi": sevimli karakterlere sahip, hızlı tempolu bir gösteri. Film, aksiyon, komedi ve dramı başarılı bir şekilde harmanlayarak izleyicilere keyifli bir deneyim sunuyor. Daha önce John Wick, Atomic Blonde ve Deadpool 2 gibi filmleri çeken ve kendisi de eski bir dublör olan yönetmen David Leitch, The Fall Guy filmini tamamen dublörlere ve dublörlük mesleğine bir saygı duruşu olarak tasarlamış. Dublörlük, film boyunca, fiziksel beceri, dayanıklılık, cesaret gibi diğer özelliklerinin yanı sıra, son derece ‘emek yoğun’ bir iş olarak geliyor karşımıza. Onlar olmadan aksiyon sahnelerinin yeterince inandırıcı ve sahici olamayacağının altı çiziliyor. Film bittikten sonra akan son jeneriklerde de filmin aksiyon çekimlerinin kamera arkasını ve filmde görev alan gerçek dublörleri görme fırsatı bulabiliyoruz. 

Ryan Gosling ve Emily Blunt, oyunculuk performanslarıyla filme önemli katkı yapıyorlar ve filmi baştan sona taşımaya yetecek iyi bir kimya sergiliyorlar. Öte yandan, filmin eleştirilecek noktaları da yok değil. Belki bir 15-20 dakika fazla uzun, hikaye bazı yerlerde sarkıyor. Filmin sağlam bir kötü adamı yok. Klişelerin aşırı kullanımı ve tahmin edilebilir bir hikaye filmin puanlarını azaltıyor. Sadece eğlenceli aksiyon sahneleriyle seyirciyi yakalayan bir film kalıyor geriye. Ama kabul edelim ki, David Leitch aksiyonun hakkını veriyor ve seyircisini aksiyona ve eğlenceye doyuruyor.  


Benim Notum: 7,5 / 10


12 Mayıs 2024

Challengers

 



Son yılların yükselen yıldızlarından Zendaya'nın (Dune, Euphoria, Spider-Man) başrolünde oynadığı Challengers tenis dünyasının dekor olarak kullanıldığı bir aşk üçgenini anlatıyor. Başarılı kadın tenisçi Tashi sakatlanıp oyunculuğa veda edince, eksik kalan hayallerini antrenör olarak sürdürmek istiyor ve yine bir tenisçi olan kocası Art'ı bir Grand Slam şampiyonuna dönüştürüyor. Yıllar sonra kariyerinin düşüşe geçtiği bir dönemde Art bir turnuvanın finalinde çocukluk arkadaşı Patrick ile karşı karşıya geliyor. Olayları karmaşıklaştıran ve gerilimi arttıran unsur ise Patrick'in aynı zamanda Tashi'nin eski sevgilisi olmasıdır.

Zendaya'nın Dune'dan rol arkadaşı Timothée Chalamet'nin oynadığı Call Me by Your Name ile tanınan İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, kendine has stilistik yaklaşımını filmin her saniyesinde konuşturmuş. Oyuncuların her biri çok iyi iş çıkarsa da bu her şeyiyle bir "yönetmen filmi". Stil olgusunun içeriğin önüne geçmesi (style over substance) bazen rahatsız edici olabilir, ama bu filmde Guadagnino'nun biçimsel müdahaleleri bence filme büyük katkı sağlamış. Zaman çizgisinde gidip gelen non-lineer hikaye akışından, kullanılan kamera açılarına, Trent Reznor-Atticus Ross ikilisinin oturduğunuz yerde tempo tutmanıza sebep olan tekno müziklerinden, baş döndürücü kurgusuna son derece farklı ve özgün bir filmle karşı karşıyayız.  

Guadagnino ve onun ekibi, oldukça sıradan sayılabilecek bir hikayeden göz alıcı bir film çıkarmayı başarmışlar. Cinsellik, güç ve rekabet hakkında bu kadar cesurca ve bu kadar gerçek şeyler söylemeye istekli olan bir ana akım filmi görmek hoş. Challengers iyi yazılmış, iyi çekilmiş ve iyi oynanmış izlemesi keyifli bir film.


Benim Notum: 8 / 10



30 Nisan 2024

Nisan Filmleri

 



Nisan ayında izlediğim filmler ve puanlarım:


Civil War 8 




Abigail 7,5



Scoop 7





Film isimlerinin üstüne tıklayarak, o filmle ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.

2024'te izlediğim film adedi: 50




29 Nisan 2024

Abigail

 


Bir suç çetesi, fidye almak amacıyla yeraltı dünyasının güçlü bir isminin balerin kızını kaçırıp gözlerden uzak izole bir malikaneye kapatıyor. Alacakları 50 milyon doların hayalini kuran çete üyeleri bir süre sonra evin içinde kilitli kaldıkları küçük kızın pek de normal olmadığını fark etmeye başlıyorlar. 

Portföylerinde Ready or Not, Scream 5 ve Scream 6 filmleri bulunan ve korku sinemasında artık kendilerine sağlam bir yer edinmeye başlayan Matt Bettinelli-OlpinTyler Gillett ikilisinin yönettiği Abigail filminin senaryosu ellinci dakika civarlarında ortaya dökülen bir spoiler / sürprizbozan içeriyor. Maalesef bu büyük spoiler filmin fragmanında da gösteriliyor. Filme daha fazla seyirciyi çekmeyi hedefleyen pazarlama faaliyetleri işte bazen böyle olay örgüsünün bütünlüğünü koruma ilkesi ile çelişebiliyor. Halbuki bazı detayları bilmeden filmi izlemeye başlamak, bence kesinlikle filmden alınacak keyfi arttıracaktır. O yüzden mümkünse filmin fragmanını izlememeye çalışın. Hatta filmin konusu ile ilgili ne kadar az şey bilirseniz o kadar iyi.

Kendilerine Radio Silence takma adını veren Bettinelli-Tyler ikilisi korku ve gerilim unsurları ile kara mizahı ustaca harmanlama konusundaki becerilerini Abigail'de de göstermişler. Baştaki kısa giriş bölümü haricinde tamamı tek mekanda, bir malikanede geçen film, ilgi çekici ve iyi yazılmış karakterleriyle yürüyor. Senaryonun bir diğer başarılı yönü ise iki saatlik süresini sarkmadan kullanabilmesi. Radio Silence ekibi film boyunca türün bazı klişelerini bolca kullanırken, bazı klişeleri ise tamamen alt üst ediyor. Oyuncu kadrosunun tamamı üzerlerine düşen görevi layıkıyla yerine getirirken, özellikle küçük kızı canlandıran 14 yaşındaki Alisha Weir zor bir rolün altından başarı ile kalkıyor.


Benim Notum: 7,5 / 10