17 Haziran 2011

67. Kung Fu Panda 2

Üç sene önce Po'yu sevenler (ki bunlardan biri de benim) bu devam filminde de hiç hayal kırıklığına uğramayacaklar: yine çarpıcı görüntüler, iyi espriler ve hiç eksilmeyen bir enerji. Kung Fu Panda 2'nin güzel tarafı, başarıya ulaşan ilk filmdeki akışı aynen tekrar etmek yerine (birçok devam filminin düştüğü hata),  aşina olduğumuz kahramanları alıp onları yepyeni bir öykünün içine yerleştirmesi. İlk filmin sonunda "Ejderha Savaşçı" ünvanını alan Po, bu kez tüm Çin'i hakimiyeti altına almaya kalkışan kötü ruhlu tavuskuşu Lord Shen ile savaşıyor. Bu arada, babasının bir kaz olamayacağı -biraz geç de olsa- kafasına dank ediyor ve kendi kökleri ile de yüzleşiyor. Bu yüzleşmenin sonucunda da Selvi Boylum Al Yazmalım'dan 33 sene sonra bir kez daha "asıl önemli olan biyolojik babanın kim olduğu değil, sana gerçek sevgisini ve emeğini verenin kim olduğudur" temasına  ulaşıyoruz. Kung Fu Panda 2'yi çocuklar çok sevecekler, büyükler de hiç sıkılmayacaklar. Öyleyse, o dondurma reklamının şarkısını hep beraber söylüyoruz: "Hem küçüklere, hem büyüklere işte nefis bir Panda!"  (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

15 Haziran 2011

66. Morning Glory

Televizyonda sabah programı yapımcısı hiperaktif Rachel McAdams iflas etmekte olan bir programı yeniden diriltmeye girişiyor, programın birbiri ile kanlı bıçaklı iki sunucusu Harrison Ford ve Diane Keaton'ı da yola getirmeye çalışarak... Tür olarak "romantik komedi" sınıfına girse de, filmin başrollerindeki erkek ve kadın (Ford ve McAdams) arasında hiçbir aşk ilişkisi beklemeyin. Bu daha çok insanların işlerine bağlılıkları ve işlerini nasıl gördükleri ile ilgili bir komedi. Yıllar öncesinin Broadcast News filmi kadar derinlikli olmasa da, Amerikan televizyon dünyasının ekran arkasına ilgi çekici bir bakış atıyor yönetmen Roger Michell (Notting Hill). Haftasonu evde izlemek için ideal (zaten sinemalara da gelmedi) hafif bir eğlencelik. (6,5)  DVD'Sİ ÇIKTI

14 Haziran 2011

65. I Saw The Devil

Seul'de her köşebaşında bir manyak olduğunu düşünmeye başlayacağım yakında... Şaka bir yana, Kore sinemasından hemen her sene böyle sıkı bir psikopat/seri katil filmi çıkıyor. Geçen seneki The Chaser kadar başarılı olmasa da, I Saw The Devil da fazlasıyla sarsıcı. Hassas izleyicileri en baştan uyaralım, son derece kanlı ve rahatsız edici sahnelerle dolu bir film bu... Hamile eşi bir seri katilin son kurbanı olunca, intikam almaya girişen, ama bu arada kendisi de iyilik-kötülük arasındaki sınırı şaşıran bir gizli servis ajanının hikayesinde, yıllar öncesinden "Oldboy" Minsik Choi da kötü adam rolünde çıkıp geliyor. Uzakdoğu sinemasına özgü, "bunu da göstermeye ne gerek vardı şimdi" dedirten bazı kaba sabalıklar (örn. tuvalet sahnesi) ve psikopat katilin inandırıcılığı zorlayan azgınlığı (zorla yürümesine rağmen hala tecavüz peşinde koşması) gibi eksileri olsa da, intikam hikayelerini sevenlerin ilgiyle izleyeceği bir yapım. Ama yine de eşinizle / kız arkadaşınızla birlikte seyretmenizi tavsiye etmem. Yazının başındaki konuya dönecek olursak: eğer "sanat toplumun aynasıdır" sözü doğru ise, Koreli gördüğünüzde kaçın! (7) 

10 Haziran 2011

64. How Do You Know

Reese Witherspoon çok başarılı bir sporcu iken, 30 yaşını geçtiği için takımdan çıkartılıyor. Kimlik bunalımı yaşadığı bir dönemde, eğlenceli ama sorumsuz Owen Wilson ve "temiz çocuk" Paul Rudd arasında kalıyor. Bir zamanlar As Good As It Gets, Terms of Endearment gibi çok başarılı işlere imza atmış, isminin başına  "Oscar'lı" titrini eklemiş yönetmen James L.Brooks'un eski günlerini aradığı açık. Başrollerde Jack Nicholson dahil dört sempatik oyuncuyu bir araya getirmesine  rağmen, hedefi tam vuramayan bir film How Do You Know. Aslında romantik komedi türünün ustası sayılan Brooks, bu gereğinden fazla uzayan filminde ne tam komik ne de romantik olmayı başarabiliyor. Geriye iyi oyuncular ve birkaç tane hoş espri kalıyor. (5)  DVD'Sİ ÇIKTI

6 Haziran 2011

62. The Tourist

Ben buraya ne yazarsam yazayım Angelina Jolie ve Johnny Depp'i zaten izleyeceksiniz (ya da izlediniz). The Tourist kötü bir film değil, ama kağıt üzerindeki potansiyeli düşününce bir hayal kırıklığı yarattığı da kesin. 2007'de yabancı film Oscar'ını alan Alman filmi "Başkalarının Hayatı"nın yetenekli yönetmeni Florian Henckel von Donnersmarck ve Olağan Şüpheliler'in yine Oscar'lı senaryo yazarı Christopher McQuarrie bir araya geliyor, başrollere de içinde bulunduğumuz dönemin en çok peşinde koşulan, en merak edilen starlarından ikisini getiriyorlar, ne beklersiniz? Çok özel bir deneyim, değil mi? Ama ortaya çıkan sonuç son derece vasat, klişelerle dolu bir seyirlik. Hadi yine Angeline Jolie gizemli ve güzel kadın rolünde üstüne düşeni yapıyor, çok da çaba sarfetmesi gerekmiyor zaten, şöyle bir salınması yetiyor. Ama Johnny Depp'e ne demeli? Depp sanki bir televizyon programına konuk olmuş gibi, film boyunca "şu çekimler bitse de eve gitsem" havasında, "benim ne işim var bu filmde" diye bas bas bağırıyor, o sıkıntısı da perdeden bize kadar yansıyor. Yine de şık mekanları, güzel Venedik görüntüleri, tahmin edilebilir olsa da merak uyandıran öyküsü ve tabii ki Angelina Jolie için izlenebilecek bir film. Ama fazla bir şey beklemeden...  (6) DVD'Sİ ÇIKTI

3 Haziran 2011

61. Hop

Bizim için pek tanıdık olmayan Easter/Paskalya gelenekleri (tavşanı, yumurtası, vs..) üzerine kurulu bir çocuk filmi. Çocuklarını sinemaya götüren anne-babalar 1,5 saatlik bir sıkıntıya -aile saadeti hatrına- katlanmak zorunda kalacaklar, çünkü günümüzdeki birçok başarılı animasyonun tersine Hop'ta büyüklere de hitap edebilecek eğlenceli ayrıntılar pek yok. Hem çekim tekniği (gerçek oyuncularla animasyonun birleşimi) hem de konunun gelişimi bir iki sene öncesinin Alvin ve Sincaplar'ına çok benziyor, zaten yönetmenleri de aynı. Sadece çocuklara, hatta çocukların da 7 yaş altında olanlarına... (4) SİNEMADA İZLENDİ

2 Haziran 2011

60. Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides

Filme geçmeden önce şu 3D meselesi ile ilgili bir çift laf etmek isterim: Önce animasyonlarla başlayan üç boyutlu film çılgınlığı, artık neredeyse tüm büyük prodüksiyonlarda karşımıza çıkıyor. Öyle ki bir gişe filmi 3D değilse şaşıracağız yakında. Burada "gişe" kelimesi önemli, çünkü artık 3D teknolojisi yaratıcılığı besleyen, filmden alınan keyfi arttıran bir araç olmaktan ziyade, bir para tuzağı haline gelmeye başladı (Avatar'ı hariç tutuyorum). Film şirketleri, "gözlük bedeli" adı altında bilet fiyatının üzerine 5 TL daha ekleyip ciroyu arttırıyorlar. Bize de o ağır ve rahatsız gözlükleri 2,5 saat boyunca takıp, karanlık görüntülerle cebelleşmek kalıyor. Arada bir üç boyutlu olmayan sahnelerde gözlükleri çıkarıp perdeye bakın, görüntünün aslında ne kadar parlak ve net olduğunu göreceksiniz. Karayip Korsanları da maalesef bu kötü modaya uymuş. İki sahnede gözümüze uzatılan kılıçlar dışında, üç boyutun filme hiçbir katkısı yok. Tam tersine, iki boyutlu bir gösterimini izlemek filmden alınan keyfi arttırabilir. Ama işte sorun da burada, çünkü AFM, Cinebonus gibi büyük zincirler bize seçme imkanı tanımıyorlar.

Karayip Korsanları'nın bu dördüncü halkası, serinin aşina olduğumuz tüm unsurlarını yeniden perdeye taşıyor. Ancak gerek senaryoda, gerek aksiyon sahnelerinde hiçbir yenilik de yok. Açılıştaki Londra sahneleri eğlenceli, ama denize açılmalarıyla birlikte tansiyon da, filme olan ilgimiz de düşmeye başlıyor. Johnny Depp, ilk üç filmde yapa yapa artık ezberlediği  Jack Sparrow mimiklerini ve el kol hareketlerini aynen bir kez daha tekrarlıyor. Böyle bakınca, bu dördüncü bölüme gerek var mıydı diye sormadan da edemiyor insan. Sorunun cevabı yine yukarıdaki "gişe" kelimesinde saklı. (5) SİNEMADA İZLENDİ

30 Mayıs 2011

59. İncir Reçeli

İncir Reçeli aslında ilgi çekici bir şekilde açılıyor. Karakterlerin doğallığı, diyalogların hayatın tam ortasından kopup gelmesi filme ısınmamızı kolaylaştırıyor. Evinin kapısına gelen Metin'in "hassiktir ya, sigara almayı unutmuşum" demesi gibi günlük konuşmalar bunlar. Ancak bir süre sonra, o baştan çıkarıcı içtenlik kaybolmaya başlıyor. İki sevgili evin her tarafını mumlarla donatıp, çıplak bir şekilde karşılıklı bağdaş kurup birbirlerine büyük laflar etmeye başladıklarında, yukarıda sözünü ettiğim samimiyet duygusu da pencereden uçup gidiyor. Zaten filmin neredeyse tüm ikinci yarısı "bana bir şeyi sevme hakkını vermediler, ben de incir reçelini sevdim" tarzında  post-it cümlelerden oluşuyor. Bir sahnede evin tüm duvarlarının post-it'lerle doldurulması bu açıdan ironik, o sahne sanki filmin genel manzarasını da özetliyor. Oyuncu seçiminde de problemler olduğunu düşünüyorum, ana rollerde başka iki isimle yönetmen Aytaç Ağırlar anlatmak istediklerini daha iyi aktabilirmiş bizlere. Duygu'yu canlandıran Melike Güner'in "deli dolu çılgın kız" kompozisyonu bana yapmacık geldi. Sezai Paracıkoğlu'nun "tiyatrocu" formasyonu ise her sahnede bize kendini belli ediyor. Bunu olumsuz anlamda söylüyorum, çünkü sinema dili başka bir şey. Yine de birçok Türk filminden daha iyi, şans vermeye değer bir yapıt. O andaki duygusallık durumlarına göre çok sevenler de çıkacaktır İncir Reçeli'ni... (6,5)

27 Mayıs 2011

58. Kurtlar Vadisi: Filistin

Çocukluğumun Kara Murat filmlerindeki zeka seviyesinin ve dünya görüşünün bu çağda hala bu kadar seyirci toplayabilmesi enteresan. Üç adam ellerini kollarını sallaya sallaya İsrail'i fethe çıkıp koca bir ordu ile savaşıyor, arada bir ona buna "şşş, adam ol" diye ayar vermeyi de ihmal etmiyorlar. Bizim de bu kepazeliği izleyip, "bir Türk dünyaya bedeldir" diye göğsümüzün kabarması mı bekleniyor? Sadece verdiği mesajlar nedeniyle de eleştiriyor değilim bu yapımı. Filmin tüm şovenist ayrıntılarını ayıklayın, yine de iyi film değil. Fikrine değer verdiğim yazarlardan şöyle yorumlar okumuştum film ile ilgili: "tamam senaryo işe yaramaz, ama aksiyon sahnelerini de Allah için çok iyi çekmişler" ya da "sondaki çatışma sahnesi Black Hawk Down'ı anımsatıyor" filan gibi... Hayır efendim, hiç mi aksiyon filmi izlemedik, bu resmen her yönü ile kötü bir film. Çatışma sahnesinin bile bir koreografisi, kendi içinde bir estetiği olur, bunda öyle bir şey yok. Ayrıca birkaç tane kelepir helikopter bulup yaktığın zaman da o film Black Hawk Down olmuyor. Moşe'nin komuta merkezindeki dekorların sakilliğine, müsamere düzeyindeki oyunculuklara hiç girmeyeyim. (2)

25 Mayıs 2011

57. Scream 4

Wes Craven 11 yıl önce kurumuş bir kuyudan hala su çıkar mı acaba diye uğraşmış. 1996 yılında çekilen ilk Scream hem "teen slasher" denilen korku sineması türü ile dalga geçen, hem de kendisi de bizzat sıkı bir korku örneği olan iyi bir filmdi. Yönetmen Wes Craven'ın tüm ustalığını ve türdeki tecrübesini yansıttığı bu orjinal fikir, korku türünü sevenlerce coşkuyla kucaklanmış, üç filmlik bir seriye de dönüşmüştü. Ama artık 2011'de bu fikrin hiçbir orjinalliği kalmamış, hem yapılan espriler hem de hayalet suratın cinayetleri "e biz bunları defalarca görmüştük" hissi uyandırıyor. Yine de filmin içine yerleştirilmiş sinema tarihi ve de özellikle korku sineması ile ilgili göndermeler, sinemayla yakından ilgilenen benim gibiler için hoşluklar da içermiyor değil. Bir de en sonda Sidney'in "don't fuck with the original" diye biten müthiş bir repliği var, tek başına bu sahne filme verdiğim puanın bir yarım puan artmasını sağladı. (6,5) SİNEMADA İZLENDİ

24 Mayıs 2011

56. Thor

Bu yaz epey bir uçan kaçan adam izleyeceğiz. 2011 yaz döneminin ilk süper-kahraman filmi sinemalarımızda, hem de kendi ülkesinden bir hafta önce...(bu gösterime girme tarihleri ile ilgili aşağıda 49 numaralı Rio başlığına bir göz atınız). İskandinav mitolojisinden esinlenen bu Marvel çizgi romanında, uzayda Asgard denilen bir krallıkta yaşarken sihirli çekici ile birlikte dünyaya sürgüne gönderilen yarı-tanrı Thor'un maceralarını izlyoruz. Filmin Asgard'da geçen ve hikayenin temellerini anlatan ilk yarım saatlik "kim kimdir" bölümü aslında vasat. Thor'un dünyaya geldikten sonraki  "sudan çıkmış balık" halleri ise filmin en eğlenceli bölümünü oluşturuyor. Filmi izlemeden yönetmen satırının karşısında Kenneth Branagh ismini görenler şaşıracaklardır. Gerçekten de hem oyuncu hem yönetmen olarak ağır ve ağdalı Shakespeare filmleri ile ün yapmış bu İngiliz aktörün ismini, üç boyutlu bir çizgi-roman uyarlamasında görmek önce bir "ne alaka!" dedirtiyor. Ancak Thor'u izleyince görüyoruz ki, hikayede Othello, Kral Lear ve V.Henry'den ödünç alınmış birçok tema var (güçlü bir baba figürü, babasını hem seven ama hem de yok etmek isteyen bir üvey evlat, vs..) ve Kenneth Branagh'ın bu projeye sempati duyması sürpriz değil. Branagh'ın varlığı yapıma belli bir kalite kazandırmış. Ama aceleye gelmiş bölümler de var: Thor ile Natalie Portman karakteri arasındaki romantizm iyi işlenmemiş, çatıda geçen bir muhabbetin sonrasında hemencecik birbirlerine aşık oluvermeleri inandırıcı durmuyor. Thor'un karşısına çıkan o devasa robotla çarpışma sahneleri de yeterince ilginç değil. Sonuç olarak, çok fazla bir şey beklenmeden izlenebilecek, iyi çekilmiş bir yaz eğlencesi. (7) SİNEMADA İZLENDİ

6 Mayıs 2011

55. Fast Five

Vay vay vay... Fast Five eşine az rastlanır bir şeyi başarıyor ve "devam filmleri ilkini aratır" kuralını çöpe atıyor. Hızlı ve Öfkeli filmlerinin bu beşinci halkası hiç şüphesiz serinin en janjanlısı, en heyecanlısı ve -hakkını teslim edelim ki- en iyisi... Vin Diesel ve Paul Walker'ı tanıştıran 2001 yılındaki ilk film Los Angeles'da modifiye araçlarıyla birbiriyle yarışan gençleri anlatan çok daha düşük bütçeli ve mütevazı bir yapımdı. O filmden on yıl ve dört film sonra şimdi bütçe beş katına, haşat olan araba sayısı on katına çıkıyor. Aksiyonun dozu ise tam anlamıyla tavan yapıyor. Bu artık bir araba yarışı filmi değil, bir soygun filmi. Gerçekten de Fast Five ekibin toparlanması, soygunun planlanması ve sondaki sürprizleri ile konu olarak serinin diğer filmlerinden ziyade Ocean's Eleven'ı daha çok andırıyor. Aksiyon sahneleri ise insanın ağzını açık bırakacak derecede ustalıkla çekilmiş, birkaç yerde "oha yok artık" diyeceğiniz kesin. Evet, bu sofistike ruhlara hitap eden bir film asla değil, evet diyaloglar çoğu zaman zeka kırıntılarından yoksun. Ama ne gam!.. Sinemayı aynı zamanda bir eğlence aracı olarak görenler, bu filmde aradıklarını eksiksiz bulacaklar: %100 eğlence!.. Yaşasın testosteron kardeşliği!...(8) SİNEMADA İZLENDİ

4 Mayıs 2011

54. Unknown

Bir konferans için Berlin'e giden Dr.Martin Harris içinde bulunduğu taksi ile bir kaza geçirip komaya giriyor. Komadan uyandığında ise başka birinin kendi kimliği ile yaşamaya devam ettiğini görüyor ve gerçek Dr.Harris'in kendisi olduğuna kimseyi inandıramıyor, çok sevgili eşini bile... 58 yaşındaki Liam Neeson yine "Taken" modunda! 2008 yılında Taken ile bir aksiyon figürü olarak küllerinden yeniden doğan Neeson, perdeyi dolduran karizması ile bu filmi de alıp götürmesini biliyor. Son yirmi dakikasına kadar oldukça sürükleyici giden ve merakla izlenen bir yapım Unknown. Ancak entrika çözüldükten sonra film çuvallamaya başlıyor ve klişeler arka arkaya geliyor. Mesela, bu tür filmlerin vazgeçilmez "anlatan adam" klişesi: kötü adam kahramanımızı neden hemen öldürmez de, önce işin içyüzünü anlatma gereği duyar. Adamı öldüreceksin zaten, herşeyi bilse ne olur, bilmese ne olur. Ama yok, şu merasimi uzatalım ki, hem seyirci ne olduğunu anlasın, hem de bu arada biri gelsin adamımızı kurtarsın. Acil bir işi çıkıp film bitmeden sinemayı terk etmek zorunda kalan bir seyirci, muhtemelen filmin tamamını izleyen birine göre daha çok sevecektir Unknown'u... Son bölümdeki savsaklığı saymazsak, ilgi çekici konusu ve Liam Neeson'ın performansı ile suyun üzerinde kalmayı başaran bir yapım yine de... (7)  SİNEMADA İZLENDİ

3 Mayıs 2011

53. Kaybedenler Kulübü

Türkiye'nin ilk özel radyolarından Kent FM'de 90'lı yılların ikinci yarısında yaptıkları "Kaybedenler Kulübü" programı ile hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine ulaşan Kaan ve Mete'nin gerçek hikayeleri. Sorumluluk almayı ve bir yetişkin gibi davranmayı reddeden bu iki adam, radyo programlarındaki havayı tüm hayatlarına da yansıtıyorlar. Film bir kere, radyoların ve radyocuların dünyasına eğilen ilk Türk filmi olması nedeniyle ilgiyi hak ediyor. Dinleyicilerle karşılıklı konuştukları bölümler akla hemen Oliver Stone'un "Talk Radio"sunu getiriyor. Tolga Örnek'in ekranı üçe dörde bölmek, ne dediği anlaşılmayan bir karakterin söylediklerini altyazı olarak bindirmek gibi biçimsel denemeleri de filme belli bir tempo kazandırıyor. Nejat İşler, kendisi ile özdeşleştirdiği çok belli olan bu rolde hayatının oyununu oynuyor. İki kafadar programlarında rock klasiklerinin yanısıra kafalarına göre bazı Türkçe "damar" şarkılara da yer veriyorlar. Ferdi Özbeğen, Asu Maralman ve MFÖ'yü  yıllar sonra yeniden dinlemek, "hakkaten ne güzel şarkılarmış" dedirtiyor. Bu nostaljik lezzetleri yeniden yaşamak isteyenler şuraya , buraya ve hatta oraya  tıklayabilirler. Ambalajdaki tüm bu artılara rağmen, anlatılan öykünün beni çok etkilediğini söyleyemeyeceğim. Bir kere filmde genel bir "akşamdan kalma" durumu hakim. Filmi izlerken, herkesin alkollü olduğu bir ortamda tek ayık kişi siz olursanız bir garip hissedersiniz ya, onun gibi hissettim... Hiç şüphesiz Kaan ve Mete'nin eski sadık dinleyicileri ve onların felsefesini paylaşanlar tarafından bu film baş tacı edilecek, giderek bir kült filme dönüşecek. Eğer programı ve bu iki marjinal karakteri severseniz/sevdiyseniz filmi de seversiniz. İstanbul'da yaşamadığım için (ve Kent FM zamanında sadece İstanbul'a yayın yaptığı için) "Kaybedenler Kulübü"nü radyoda hiç dinlemedim. Ama dinleme şansım olsaydı da geceleri oturup bu adamları dinler miydim? Şüpheli... (6,5) SİNEMADA İZLENDİ

2 Mayıs 2011

52. The Green Hornet

İnsan böylesine anlamsız ve gereksiz bir filmi izledikten sonra harcanan milyonlara acıyor doğrusu (filmin maliyeti 120 milyon dolarmış). Hep aynı tip rolleri canlandırarak kısıtlı yeteneğine rağmen komedi filmleri ile bir şekilde ün yapan Seth Rogen, yapımcılığını üstlendiği ve senaryosunu yazdığı filmde elbette başrolü de kendisine ayırmış. İşte "herşeyi ben yaparım" diye ortaya çıkarsan böyle yüzüne gözüne bulaştırırsın!.. Ortada doğru dürüst bir konu yok, diyaloglar gereğinden fazla uzun ve sıkıcı. Geçen sene Inglorious Basterds'taki harika performansı ile Oscar alan Christoph Waltz böyle saçma sapan filmlerde oynayarak kariyerini çöpe atmaya karar vermiş olmalı (bakınız: Cuba Gooding Jr. örneği). Cameron Diaz desen, filmdeki tek işlevi endamını göstermek ve yerli yersiz sırıtmak...tamam, çok güzel bir gülümsemesi var, ama insan senaryoyu da bir okur, değil mi ablacım? Bu felaketin yönetmeninin "Eternal Sunshine of the Spotless Mind"ı çeken Michel Gondry olduğuna inanmak zor. Uyuklaya uyuklaya üç günde zor bitirebildim. (3) 

29 Nisan 2011

51. Monsters

Adı "Monsters" olan bir filmden insan daha başka bir şey bekliyor haliyle... Şöyle bol aksiyonlu, bol yaratıklı bir korku/gerilim, ya da yeni bir "District 9" beklentisiyle bu filmi seçenler büyük hayal kırıklığı yaşayabilirler. Nitekim, beyazperde.com üyeleri filme 10 üzerinden 4.5 puan vermişler, şu an gösterimde olan tüm filmler arasında en düşük not. Aslında film o kadar da kötü değil. Sadece ne izleyeceğinizi baştan bilmeniz gerekiyor. Bir kere filmin toplam maliyetinin sadece 15,000 dolar olduğunu bir söylemek lazım. Ortalama bir Hollywood filmi bütçesinin 3 milyonlarda dolaştığını düşünürseniz, çerez parasına kotarılmış bir yapım bu. Monsters aksiyondan ziyade karakter gelişimine önem veren bir "yol filmi" aslında. Uzaylılar mevzusu sadece gerilimi arttıran bir alt unsur olarak kullanılmış, ön planda bir aşk hikayesi var. Zaten uzaylı yaratıklar film boyunca iki kere filan görünüyorlar. Hikaye şu: başka yaşam örneklerini bulma amacıyla uzaya gönderilmiş bir araç dönüşte Meksika üzerinde düşüyor. Uzaylı yaratıklar Meksika'nın bir bölümünü istila ediyorlar. Bir foto muhabiri patronunun kızını bu yasak bölgeden geçirip Amerika'ya ulaştırmaya çalışıyor. Yolculuk sırasında da birbirlerini daha iyi tanıyorlar. İyi güzel de filmin hem fragmanı, hem de bizatihi ismi bambaşka bir film için beklenti yaratıyor. Hani ne bileyim filmin adı "Stres Altında Aşk" gibi bir şey olsaymış daha iyi olacakmış sanki... (6,5)    SİNEMADA İZLENDİ   

28 Nisan 2011

50. Rabbit Hole

Bir anne-babanın yaşayabileceği en büyük acıyı yaşayan evli bir çiftin, bu yıkıntının altından çıkıp hem çevreleri hem de birbirleri  ile yeniden ilişki kurma çabaları. Benzer bir trajediyi kendisi de yaşamış olan yönetmen John Cameron Mitchell bu oldukça sade ama derinlikli filminde, konuşacak hiçbir şey kalmadığında insanların ne konuştuğunu cesurca anlatıyor. Üstelik de duygu sömürüsüne çok müsait bir konuda izleyicilerini melodram tuzağına düşürmeden...Her zaman beğendiğim Nicole Kidman abartısız ve "rol kesmeyen"oyunu ile o keskin hüznü bize yine başarıyla  aktarıyor. Kidman'ın güzelliği ve şöhreti şu anda onun en büyük dezavantajı bence, çoğu zaman bu unsurlar yeteneğinin farkedilmesini engelliyor. Yaşlandığı zaman sanırım daha fazla övgü alacak. Filmde dikkatimi çeken diğer bir oyuncu, liseli genci oynayan Miles Teller.  Henüz ilk sinema rolünde Teller, birçok usta oyuncunun arasında hiç sırıtmıyor ve akılda kalmayı başarıyor. Bu genci izlemeye devam etmek lazım. Şüphesiz ki, Rabbit Hole bir Cumartesi gecesi patlamış mısırlar eşliğinde cümbür cemaat izlenecek film değil. Ama insana dair son derece etkileyici, olgun bir hikaye. (8) SİNEMADA İZLENDİ

27 Nisan 2011

49. Rio

Rio'nun 8 Nisan tarihinde tüm dünyadan bir hafta önce Türkiye'de gösterime girmesi, 70'leri yaşamış biri olarak beni hafiften tebessüm ettirdi. Efendim, bizler filmlerin ortalama bir yıl sonra Türkiye'ye gelmesine alıştırılmış bir neslin evlatlarıyız! Şaka değil gerçek. Örneklerle anlatayım: 1977 yapımı Star Wars'ı ancak 1979 yılında İzmir'de sinemada seyredebilmiştim. Gerçek Star Wars'tan önce 1978'te İtalyan yapımı çakması "Yıldızlar Savaşı" adı ile gösterime girmişti. O zamanlar öyle olurdu, bir sürü İtalyan yapımı ikinci sınıf film ortalıkta dolaşırdı; bir de nedense her filmin bir İtalyanca afişi olurdu. Sonra bakın daha komik bir şey söyleyeyim: Önce Rocky II, sonra Rocky I sinemalara gelmişti! Herhalde bizim film ithalatçıları Rocky ilk filmin sonunda rakibi Apollo'yu yenemediği için (ki aslında 15 raund dayanabilmesi olaydır) "bizim halk bunu sevmez" diye düşündüler ve zaferle biten Rocky II'yi öne alıverdiler. İnanılmaz değil mi? Şimdiki gençler bunları bilmezler, o yüzden de günü gününe -hatta Rio örneğinde olduğu gibi herkesten bir hafta önce- sinemada film izlemenin değerini anlamazlar.  29 Nisan'da Thor da Amerika'dan bir hafta önce Türkiye'de başlıyor.

Bu nostaljik turdan sonra gelelim Rio'ya... (to be continued) (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

26 Nisan 2011

48. The Lincoln Lawyer

Bu blogda geçen sene başka bir filmin oyuncularını överken şöyle bir cümle kullanmışım: "Onların yerine başka bir ikili olsaydı (örneğin Sarah Jessica Parker ve Matthew McConaughey ile) film çekilmez olabilirdi". Gerçekten de McConaughey aptal romantik komedilerde arka arkaya oynadığı "parlak çocuk" rolleri ile "gördüğün yerde kaçılacaklar" listeme girmek üzereydi. Ama artık kafasına saksı mı düştü ne  oldu bilmem, Matthew uzun bir aradan sonra doğru düzgün hikayesi olan bir filmle ve "gerçek" bir karakter ile karşımızda. Daha filmin girişinde 70'li yılların soul müziğini duyduğunuzda eski usül bir polisiye izleyeceğinizi tahmin ediyorsunuz. O güzel şarkı "Ain't No Love in the Heart of the City"yi, dinlemek isterseniz şurada . Lincoln marka arabasının arka koltuğunu ofis olarak kullandığı için Lincoln Lawyer olarak anılan Mick, hukuk sistemindeki boşlukları kullanarak suçluları hapisten kurtarması ile ünlü ilkesiz bir avukat. Bir kadını dövmek suçuyla tutuklanan çok zengin bir ailenin oğlu kendisine başvurunca, Mick önce "büyük balığı yakaladık" diye düşünüyor. Ancak bir süre sonra asıl oltaya gelenin kendisi olduğunu anlıyor. Michael Connelly'nin çok satan romanından uyarlanan The Lincoln Lawyer'ı özellikle mahkeme salonu dramalarını sevenler beğenecektir. (7) SİNEMADA İZLENDİ  

19 Nisan 2011

47. The Girl Who Kicked the Hornet's Nest

Millenium üçlemesinin ilk iki halkasının en büyük kozu Lisbeth Salander karakteri ve tabii onu perdede müthiş bir enerji ile canlandıran İsveçli oyuncu Noomi Rapace idi. Bu son bölümde ise Lisbeth'in hikayedeki rolü oldukça az; zaten filmin ilk yarısını hastanede, diğer yarısını ise mahkeme salonunda geçiriyor. Ortada Lisbeth olmayınca da geriye gerilim dozu oldukça düşük bir "derin devlet" hikayesi kalıyor. İlk iki filmi izlememiş olanlar pek bir şey anlamayacak ve oldukça sıkılacaklardır. Konuya aşina olanlar ise zaten ister istemez bu son bölümü de izleyecek ve Lisbeth'le vedalaşacaklar. (7) 

15 Nisan 2011

46. Yogi Bear

Siyah beyaz tek kanallı televizyonumuzda çocukluğuma eşlik etmiş bir karakterin 35 sene sonra sinema perdesinde karşıma çıkması hoş elbette... Hadi bakalım var mı hatırlayan: Hanna-Barbera yapımı bu çizgi filmler her bölümde üç ayrı parçadan oluşurdu, birinde Akıllı Bıdık'ın maceraları olurdu, diğerinde işte bu Ayı Yogi ve Bobo, bir de iki fare ve bir kediden oluşan bir ekip vardı ama isimlerini hatırlayamıyorum. Peki Akıllı Bıdık'ın her bölümde mırıldandığı bir şarkı vardı, onu hatırlayan var mı? Cevap bu yazının sonunda. Nostaljik tadlar güzel de, Ayı Yogi filminin genel zeka seviyesi de ne yazık ki 70'li yıllarda kalmış. Bu haliyle sadece 4-7 yaş aralığındaki küçük çocukların ilgisini çekebilir. (5)  

Şarkı: "Oh My Darling Clementine". Hatırlamak için şuraya tıklayalım.

14 Nisan 2011

45. Source Code

Aman aman, ne güzel bir bahar sürprizi... Source Code, sinemadan çıkar çıkmaz bir cafeye oturup üzerinde keyifli sohbetler edilebilecek, konuşurken yeni ayrıntıların farkına varılacak, puzzle gibi filmlerden (yandaki afişinin de puzzle'ı anımsatması boşuna değil). Yüzbaşı Colter Stevens bir sabah kendini Chicago'ya doğru yol alan bir trenin içinde buluyor. Üstelik de bedeni kendi bedeni değildir, aynaya baktığında başka birini görmektedir. Asker bir süre sonra anlar ki, bu bombalı bir terör eylemini durdurmak için yürütülmekte olan bir projedir ve görevi kurbanlardan birinin zihnine girerek bombacıyı bulmaktır. Source Code biraz Inception, biraz Matrix, çokça da Groundhog Day'i anımsatıyor. Her ne kadar tür olarak bilim-kurgu/gerilim etiketini taşısa da, işin "bilimsellik" kısmını sorgulayanlar mutlaka olacaktır. Zaman yolculuğu, paralel evren, vs. hikayelerinin çoğunda olduğu gibi, burada da mantık hataları var. Ama sonuçta sinemaya fizik tezi vermeye gitmiyoruz, değil mi? Kabul edilebilir derecede inandırıcı olması ve bir merak uyandırması sinema eserindeki "bilim"in düzeyi için yeterli bence... Bir saniye bile sıkılmanıza fırsat vermeyen ritmi ile Source Code bunu fazlasıyla başarıyor. Şubat ayındaki Oscar furyasından sonra, bu sene sinemalarda gösterime giren en ilgi çekici filmlerden biri ile karşı karşıyayız. Kuantum fiziği kısmını Fen Lisesi mezunlarına (!) bırakın, siz bu beyin gıdıklayıcı serüvenin tadını çıkarmaya bakın. (8) SİNEMADA İZLENDİ

44. Never Let Me Go

Film sona erip de kapanış jeneriği ekranda akarken, "yahu bir şey eksik kalmış ama, acaba nedir nedir" diye sorarken buldum kendimi. Aslında çok ilginç olabilecek bir konu, yönetmenin zaafından mıdır, her romanın filme çevrilememesinden (her kuşun eti yenmez) midir nedir, olmamış. Senaryoda sanki bir kıvraklık eksik, bu haliyle "hastane koridoru" gibi. Soğuk, sevimsiz... (6)

43. Get Low

1930'ların Tennessee eyaletinde geçen öyküde, ormanın içinde tek başına yaşayan bir huysuz ihtiyar (Robert Duvall) henüz ölmeden kendi cenaze törenini düzenliyor. Diğer insanların kendisi hakkında söyleyecekleri şeyleri ölmeden duymak istediğini söylese de, asıl amacı 40 yıldır sakladığı "büyük sırrı" mezara girmeden açıklayabilmektir. Filme kötü demek mümkün değil, bir kere başta Robert Duvall ve Bill Murray olmak üzere tüm oyuncular çok iyi. Ancak öykü o sondaki büyük açıklamaya öyle endeksli ki, finale kadar başka pek bir şey olmuyor ve film oldukça durağan ilerliyor. Sanki bir-iki ilginç yan hikaye de eklense film daha dolu, daha zengin olacakmış gibi hissediyor insan. (6,5)

1 Nisan 2011

42. Çakallarla Dans

Aşk Tutulması'nın Ertem Eğilmez filmlerini hatırlatan havası ile Murat Şeker bana ilerisi için az da olsa ümit vermişti. Ama bu film ile tüm o saf temiz duygular çöpe gidiyor sanki. Hafta sonu çarşı iznine çıkan askerler, ya da ne bileyim dersaneyi kırıp sinemaya giden delikanlılar filan Çakallarla Dans'a bayılacaklardır. Filmdeki karakterlerin repliklerini ya da gol atınca söylenen şarkıyı kendi aralarında bol bol tekrarlayacakları da kesin... Ama ben kendi adıma filmi biraz fazla bitirim jargonuna yaslanmış ve fazla "gürültülü" buldum. (4)

30 Mart 2011

41. Barney's Version

Gösterişsiz ama akılda kalıcı karakterleri canlandırmasını çok iyi bilen Paul Giamatti, kendisine Altın Küre getiren bu rolde, ucuz televizyon dizileri yapımcısı Barney Panofsky olarak karşımızda bu kez. Kanadalı yazar Richler'in çok satan romanından uyarlanan film sıradan adam Barney'nin sıra dışı hikayesini anlatmaya 1974'te İtalya'dan başlıyor ve günümüze kadar getiriyor. Bu süre zarfında, Barney iki felaket evlilik geçirdikten sonra hayatının aşkı Miriam'ı buluyor. Aslında Barney'nin hayatına girip çıkan bu her biri birbirinden güzel kadınların onda ne bulduğu da sorgulanabilir. Ama zaten film Barney'i sempatik göstermeye çalışmıyor, onu kusurlarıyla tanımamızı ve kabul etmemizi istiyor. Bu sevimsiz adamın öyküsünü ilginç hale getiren ise hiç şüphesiz Paul Giamatti. 124 dakikalık filmin neredeyse her karesinde görünen  Giamatti müthiş bir iş çıkarıyor. Özellikle babası rolünde Dustin Hoffman ile karşılıklı oynadıkları sahneler görmelere değer. Son tahlilde, yer yer güldüren ama baştan sona belli bir hüznü ve "kaybetmişlik" duygusunu hep barındıran olgun bir hikaye var karşımızda. İzleyin. (8) SİNEMADA İZLENDİ

40. Tropa de Elite 2

Aşağıda 34 numaralı başlıkta bu filmin birincisinden bahsetmiştim.Yarbay Nascimento, özel ekibi ile birlikte geri dönüyor. Film müthiş bir hapishane isyanı bölümü ile açılıyor. Ancak daha sonra Rio'daki politikacıların suç örgütleri ile yeraltı ilişkilerine ve yolsuzluk hikayelerine biraz fazla kafayı daldırıyor. "Kimin eli kimin cebinde" bölümünde gereksiz detaylara girilmesi tempoyu düşürüyor. Ancak son yarım saatte yeniden toparlanıyor ve günümüz Rio'sundan çok sert ama etkileyici bir suç hikayesi olmayı yine başarıyor. Filmin Brezilya'da 12 milyon kişi tarafından izlendiğini ve tüm zamanların en çok gişe hasılatı yapan filmi olduğunu da ekleyelim. (7)

28 Mart 2011

39. Faster

Faster'ın afişinde son aylarda Türkiye'de çok duyageldiğimiz bir söz var: "geciken adalet, adalet değildir / slow justice is no justice". Ama tabii bu Hollywood hikayesinin tutukluluk süreleriyle filan bir alakası yok. Bir soygun sırasında arkadaşlarının ihanetine uğrayan ve kardeşi öldürülen Dwayne Johnson, hapisten çıktıktan sonra  ekip üyelerini tek tek haklıyor. Adı "Faster" olan bir filmde bol bol kovalamaca sahnesi ve aksiyon görmeyi bekliyorsunuz, ama öyle olmuyor. Anlaşılan yönetmen George Tillman "ben içi boş bir aksiyon çekmeyeceğim, karakterlerim tek boyutlu olmayacak" diye yataktan kalkmış. Bu iyi bir temenni, ama herkes bir John Woo olamıyor tabii. Tillman karakterlerin hikayelerini anlatacağım derken, filmin sarkmasına neden olmuş. Sonuçta filmden geriye akıllarda sadece siyah-beyaz bir 1970 Chevelle, Dwayne Johnson'ın ağaç kütüğü gibi ensesi ve kurbanının kafasına iki kez bir karış mesafeden ateş edip bir türlü öldüremeyen Billy Bob Thornton'ın beceriksizliği kalıyor. (5) 

25 Mart 2011

38. Ramona and Beezus

Bazen küçücük bir film sizi öyle etkiliyor, içinizi öyle ısıtıyor ki, filmin sinema sanatına yaptığı katkılarmış, yok ışık ve kamera kullanımıymış, teknik detaylarmış boşveriyorsunuz. Çocuk kitapları yazarı Beverly Clearly'nin "Ramona" kitapları serisinden sinemaya aktarılan film, 9 yaşındaki Ramona'nın gözünden ailesinin yaşadıklarını anlatıyor. Filmin en küçük oyuncusu Joey King'in yeteneğine hayran kalmamak ve sevimliliğinden etkilenmemek mümkün değil. Film ilk bakışta sadece küçük çocuklara hitap edecekmiş gibi gözükse de, işsizlik, boşanma, eski aşklar, vesaire gibi yetişkin konularını da ustalıkla ele alıyor ve aslında tam bir "aile filmi" olmayı başarıyor. Bana da sadece tavsiye etmek ve "bu film neden Türkiye'de gösterime girmedi" diye sormak kalıyor. 7-15 yaşları arasında çocukları olan bir aile babası ya da annesi iseniz, bu yazıyı okuduktan sonra ilk iş filmi bir yerlerden bulun. (Türkiye'de sinemalara gelmedi ama yasal DVD'si çıktı, D&R'larda satılıyor, Türkçe dublaj seçeneği de var). Evde bir "sinema gecesi" tertip edin, çoluk çombalak hep birlikte oturun, mısırları patlatın ve Ramona'yı izleyin. Bu kadar! (8)   

37. Waiting for Superman

Bu blogda ilk kez belgesel yazıyorum, iyi bir belgesel izlemeyeli ne kadar uzun zaman olmuş. An Inconvenient Truth'ta Al Gore ile birlikte küresel ısınmaya hepimizin dikkatini çeken yönetmen Davis Guggenheim bu kez kamerasını biraz daha lokal bir konuya, Amerikan devlet okullarındaki eğitim sistemine çeviriyor. Guggenheim problemleri çok anlaşılır bir şekilde ortaya koyuyor ve çözüm önerisini de vermeyi ihmal etmiyor. Film iki gerçeği çok çarpıcı bir şekilde gösteriyor: 1) İyi bir eğitimle en dezavantajlı öğrenciler bile başarıyı yakayabilir, 2) iyi eğitim maliyetli değildir; çünkü eğitim almayıp işe giremeyen, sonuçta da suça bulaşanların aslında devlete maliyeti eğitimin maliyetinden çok daha fazladır. Yönetmen çözümün adresi olarak da öğretmenleri gösteriyor ve başarısız öğretmenlerin başarısız nesiller yarattığını söylüyor. Az önce "lokal" dedim ama bunlar her ülkede geçerli gerçekler. Mesela filmi izledikten sonra, Türkiye'de düşük performanslı öğretmenlere ne oluyor, hadi onu geçtim, öğretmenler için bir performans değerlendirme sistemi var mı gibi sorular aklıma takılmadı değil. (7,5) 

23 Mart 2011

36. For Colored Girls

Yetenekleri sınırlı bir yönetmen olmasına rağmen, sadece zenci oyuncuların oynadığı birbirinden vasat filmleriyle Amerika'da siyah nüfus üzerinde belli bir etkisi ve popülaritesi olan Tyler Perry, bu kez oldukça iddialı bir yapımla karşımızda. Modern Amerika'da her biri farklı bir problemle karşı karşıya kalan dokuz zenci kadının birbiriyle kesişen  öykülerini anlatan For Colored Girls ödüllü bir tiyatro oyunundan beyazperdeye uyarlanmış. Whoppi Goldberg'den, Thandie Newton'a, Janet Jackson'dan (evet, Michael'ın kardeşi olan) yıllar önce Cosby ailesinin annesi olarak bildiğimiz Phylicia Rashad'a tüm oyuncular etkileyici performanslar ortaya koyuyorlar. Ancak ne yazık ki her tiyatro eseri sinemaya aynı başarı ile uyarlanamıyor. Tiyatro sahnesinde çok şiirsel bir etki yaratan bir monolog, sinemanın daha keskin gerçekliği içinde "tuhaf" kaçabiliyor. Keşke yönetmen Tyler Perry oyuna sadık kalmak için bu kadar kendini hırpalamasaymış. Yine de, sırf oyunculuklar için bile olsa şans verilebilecek bir film. (6,5)    

22 Mart 2011

35. Season of the Witch

Son zamanlarda kafayı büyülerle bozmuş Nicholas Cage'in filmlerinin başına artık sıfır beklenti ile oturduğum için, arada böyle vasatın biraz üstü yapımlar bile hoş bir sürpriz olabiliyor. Ortaçağda geçen bir şeytan çıkarma öyküsü olarak özetlenebilecek Season of the Witch, türe hiçbir yenilik katmasa da, senaryoda saçmalıklar olsa da baştan sona izleniyor, en azından uyutmuyor. Yolculuk boyunca çekimler, final sahnesindeki görsel efektler filan fena değil, Ron Perlman'ın varlığı da olumlu bir katkı sağlamış. Bu arada filme bir de alternatif isim önereyim, izleyenler anlar: "Şeytana Kafa Atan Adam"! (6)

19 Mart 2011

34. Tropa de Elite

Zaman zaman böyle farklı kıtalardan, farklı ülke sinemalarından iyi örnekler izlemek insanda nefes açıcı bir etki yaratıyor, bir tür "aydınlanma" sağlıyor. 2007 Brezilya yapımı Tropa de Elite (Elite Squad), bizi uyuşturucu çetelerinin hüküm sürdüğü, 12 yaşında çocukların ellerinde ağır silahlarla sokaklarda dolaştığı Rio'nun kenar mahallelerine götürüyor. Bu mahalleler, her sene televizyonlarda karnaval haberleri vesilesi ile izlediğimiz o "insanlar el ele tutuşsa, hayat bayram olsa" formatındaki Rio sokaklarından çok farklı. Film ele aldığı konu itibarı ile birkaç sene öncesinin Tanrıkent'ini (Cidade de Deus) anımsatıyor. Benzerlik sürpriz değil, çünkü iki filmin senaryo yazarları aynı. Öte yandan, Tropa de Elite o mahalleleri etkileyici bir dekor  olarak kullanırken, çeteler ile mücadele için kurulmuş bir özel time yeni seçilen iki genç polisin hikayesini anlatıyor. Yönetmen Padilha'nın dağınık anlatım tarzı ilk 45-50 dakika filmin içine girmeyi oldukça zorlaştırsa da, film bittiğinde "sabrettiğime değdi" diyorsunuz. İyi haber ise şu: filmin 2010 yılı yapımı bir de devamı var, Tropa De Elite 2. İzleyeceklerim listesine aldım bile... (8)        

15 Mart 2011

33. Jackass 3D

Johnny Knoxville ve arkadaşları bir zamanlar MTV'de yayınlanan televizyon şovlarının sinema versiyonu ile üçüncü kez karşımızda. Kısaca "şimdiye kadar denenmemiş hangi manyaklığı yapabiliriz" şeklinde özetlenebilecek 2-3 dakikalık gösterilerin uç uca eklenmesiyle oluşturulmuş bir yapım. Aslında yer yer çok komik bölümler de var (jet motoru, ördek avı, vb..). Ama keşke işin iğrençlik kısmını bu kadar abartmasalarmış. Bence aynı filmin bir de "kakasız/kusmuksuz" bir versiyonu olmalı, işte onu rahatlıkla tavsiye edebilirdim. Ancak bu hali ile film ancak midesi sağlam olanlara. (6) 

11 Mart 2011

32. Dinner for Schmucks

Türkiye'de gösterime girmeyen Dinner for Schmucks / Salaklar Sofrası'nda, çok zengin bir işadamı her sene malikanesinde özel bir parti düzenliyor: amaç gecenin sonunda kimin en "salak" konuğu bulup getirdiğini seçmektir. Patronunun gözüne girmek isteyen Tim (Paul Rudd) bu yemeğe katılmayı önce reddetse de, Barry (Steve Carrell) ile tanıştıktan sonra bu yemek için mükemmel adayı bulduğunu anlıyor.  Steve Carell bence şu anda Hollywood'daki en iyi komedyen. Burada da aslında çok  da matah olmayan bir filme o çocuksu enerjisiyle çok şey katmış. Bonus olarak bir de The Hangover'daki Zach Galifianikis var. Biraz uzun tutulmuş olsa da, 1998 yapımı Fransız orjinali (Le Diner de Cons) kadar başarılı olmasa da, izlemeye değer eğlenceli bir komedi (7).

31. True Grit

Tamam Jeff Bridges büyük aktör, kabul ediyorum; ama artık adamın pasaklı sarhoş hallerini, ağzını açmadan kelimeleri yuvarlayarak konuşmalarını izlemekten bana gına geldi. Geçen sene Oscar aldığı performansın (Crazy Heart) neredeyse aynısını sunmaya devam ediyor True Grit'te de. Joel ve Ethan Coen biraderlerin benim gözümdeki grafikleri biraz inişli çıkışlıdır. 1984'ten bu yana çektikleri 15 film içerisinde Blood Simple, Fargo, No Country For Old Men gibi bayıldıklarım olduğu kadar, laf kalabalığı içerisinde boğulup gitmiş ıskalamaları da yok değildir. Bu sene 10 dalda Oscar adayı olup hiçbirini alamayan True Grit de maalesef ikinci gruba dahil. Filme kötü demek mümkün değil, ama Coen kardeşler alamet-i farikaları olan "öldüren" diyalogları kullanırken yine biraz aşırıya kaçmışlar. (6,5)  SİNEMADA İZLENDİ  

10 Mart 2011

30. Rango

Bir ailenin evcil hayvanı olarak yalnız ama mutlu bir hayat yaşamakta olan bukalemun Rango, bir kaza sonucu çölde kayboluyor ve kendini "vahşi batı"daki bir kasabanın şerifi olarak buluyor. Rango biraz "tuhaf" bir film. Çocuklara hitap ettiğini söylemek zor; benim oğlum pek beğenmedi örneğin. E çünkü western filmlerine yapılan başarılı göndermeleri ve o farklı mizah duygusunu çocukların anlaması mümkün değil. Velhasıl, büyükler daha fazla benimseyecektir Rango'yu... Ayrıca artık neredeyse animasyon filmler için kural haline gelen 3D furyasına kapılmamış, renkleri pırıl pırıl bir     2D animasyon görmek de hoş bir sürpriz.(7) SİNEMADA İZLENDİ

29. The Adjustment Bureau

Hayatımızda olan bitenler ne kadar "özgür irademiz"in sonucu? Yoksa herşey önceden yazılmış bir plan, bir yazgı çerçevesinde mi ilerliyor? İşte bilim-kurgu yazarı Philip K.Dick'in 40 yıl önce yazdığı bir hikayeden uyarlanan  filmde, bir takım gri elbiseli adamlar (melekler?) her şeyin plana göre gerçekleşmesini sağlamakla görevliler. Matt Damon ve Emily Blunt da "gerçek aşk her engeli aşar" sözünü kanıtlamaya çalışan aşıklarımızı oynuyorlar. Aslında The Adjustment Bureau bir bilim-kurgu aksiyonundan ziyade iyi bir romantik film olarak görülebilir. Bu romantizmin oluşmasındaki en önemli etken Emily Blunt ve Matt Damon'ın kimyalarının çok iyi uyuşması. Daha ilk karşılaşmalarından itibaren bu ikilinin hep beraber olmalarını istiyorsunuz. Finaldeki mesajı da beğendim: Evet, hepimiz için önceden yazılmış bir kitap olabilir, ama bazen bu kitabın "gözden geçirilmiş yeni baskısı" da çıkabiliyor. (7) SİNEMADA İZLENDİ 

2 Mart 2011

28. Secretariat

"Bir yarış atının gerçek hikayesini aktaran bir Disney yapımı" deyince çoğunuzun burun kıvıracağından eminim, ama Secretariat pek çok bakımdan hem küçüklerin hem de yetişkinlerin ilgisini çekebilecek bir film. Öncelikle Diane Lane, hiç hesapta yokken ev hanımlığından at yetiştiriciliğine geçiş yapan hırslı Penny Tweedy rolünde oldukça başarılı. Yönetmen Randall Wallace yarış sahnelerinde kamerasını jokeyin bakış açısına koyarak bizi resmen yarışın içine sokmayı başarmış. Triple Crown denilen üç yarışı anlatırken, seyirciyi aynı çekimlerle sıkmamak amacıyla, her birini farklı bir anlatımla perdeye taşımış. Mesela ikinci yarışı (Preakness), sadece ailenin televizyonda izlediği canlı yayın görüntülerinden oluşturmuş. Bu arada bu çekimler yeniden canlandırma değil, 1973'teki Preakness'ın gerçek yarış görüntüleri imiş. Hele bir son yarış var ki (Belmont Stakes), finalde hakikaten insanın oturduğu yerden ayağa fırlayıp Secretariat'ı alkışlayası geliyor. "Tamam işte biliyoruz, Secretariat yarışı kazanacak, bunun nesi ilginç" demeyin, nasıl kazandığı önemli. (7) SİNEMADA İZLENDİ

1 Mart 2011

27. The Next Three Days

Cinayet suçundan hüküm giyen eşinin masum olduğuna inanan John, tüm temyiz yolları da tıkanınca, eşini hapisten kaçırmaya karar veriyor ve imkansız görünen bir kaçış planına girişiyor. Film, 2008 yapımı Fransız filmi "Pour Elle"in yeniden çevrimiymiş. Ben orjinalini izlememiştim, ama izleyenler onun çok daha iyi olduğunu söylüyorlar. Yine de Crash'in yetenekli yönetmeni Paul Haggis'in elinden çıkma The Next Three Days yeterince oyalayıcı ve ilgi çekici. İlk yarıdaki planlama aşaması biraz ağır tempoda seyretse de, filmin özellikle son 30 dakikası nefes nefese izleniyor. Yalnız senaryoda bir inandırıcılık sorunu olduğunu da söylemek lazım. Şimdi, filmi hiç izlemeden Russel Crowe'un şu yukarıda gördüğünüz afişteki haline bakıp ne düşünürsünüz: soğukkanlı bir polis, ya da bir kiralık katil filan, öyle değil mi? Ama işte filmdeki John Brennan aslında halim selim bir öğretmen. Filmin ilk bölümünde yaptığı çeşitli sakarlıklar ve planlama hataları bu sade vatandaş hali ile uyumlu, ama ikinci yarıda John ani bir metamorfoza uğruyor ve her ince ayrıntıyı planlayan, sanki CIA emeklisi bir profesyonele dönüşüyor. Bu hızlı geçiş hikayenin inandırıcılığını zedeliyor. Bunlara takılmazsanız, film güzel. (7)  SİNEMADA İZLENDİ

25 Şubat 2011

26. Black Swan

Bu yazıyı okurken bir yandan da Çaykovski dinlemek hoş olabilir, şuracığa sağ tıklayıp yeni bir pencerede açın.

Black Swan, sinemada kapanış jeneriği akarken insanı koltuğa mıhlayan filmlerden. Ama zaten "Requiem for a Dream"i izlemiş olanlar yönetmen Darren Aronofsky'deki bu "oturtma" potansiyelini iyi bilirler. Black Swan'ı kategorize etmek zor: zaman zaman dram, çoğu zaman psikolojik gerilim sularında gezinen film kimileri için bir korku filmi olarak da değerlendirilebilir. Dakikalar ilerledikçe anlıyoruz ki bu aynı zamanda Kuğu Gölü balesinin bir uyarlamasıdır. Mükemmelliğe ulaşayım derken kafayı yiyen genç balerin rolünde Natalie Portman "bu sene Oscar benim" diye bas bas bağırıyor. Bir zamanlar Leon'da elinde saksısıyla dolaşan küçük kız olarak tanıyıp sevdiğimiz Portman, gerek psikolojik gerek fiziksel olarak çok emek isteyen bu rolün altından başarıyla kalkmayı biliyor. Aronofsky'nin filmi ateşli bir hastalık sırasında gördüğümüz rüyalara benziyor. El kamerasıyla yapılan çekimler ve kumlu görüntüler bu rüya etkisini arttırıyor. Nina'nın halüsinasyonları ile birlikte sonlara doğru biz de neyin gerçek neyin hayal olduğunu anlamakta zorlanıyoruz. Finalde ise Kuğu Gölü'nün o zirveye vuran nefeslileri eşliğinde kendimizi koltuğa yapışmış ve "neydi bana çarpan" diye şaşkın şaşkın etrafa bakarken buluyoruz. Black Swan bir kereden fazla izlenmeyi hak eden, senenin en iyi filmlerinden biri. (8,5)   SİNEMADA İZLENDİ

25. 127 Hours

Birkaç entry aşağıda Biutiful'un yönetmeni Inarritu'nun hep aynı filmi çektiğinden bahsetmiştim. İşte dünyada bunu yapmayan bir yönetmen varsa o da Danny Boyle. Trainspotting'de bir uyuşturucu bağımlısının hayatını anlatan, 28 Days Later'da modern bir zombi hikayesi kurgulayan Boyle, Sunshine ile uzaya çıkmış, Slumdog Millionaire ile ise Bombay'ın sefaletine dalmıştı. İşte şimdi de Milyoner'deki o kalabalık ve bol mekanlı hikayeden hemen sonra, neredeyse tamamı tek mekan ve tek oyuncu ile geçen bir işe soyunuyor. Afişteki detaylara bakmasanız bu iki filmin aynı ekibin elinden çıktığına inanmazsınız, ama senaryo yazarı (Simon Beaufoy), görüntü yönetmeni (Anthony Dod Mantle) ve hatta besteci (A.R.Rahman) Milyoner ile aynı. 127 Saat ıssızlığın ortasında bir kaya parçasının altında sıkışıp kalan bir dağcının beş gün sürecek hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Filmin başındaki o çılgın kurgu zaten belli bir süre ilgiyi ayakta tutuyor. Ancak ortalarda Aron'un yaşam muhasebesi yaptığı ve halisünasyonlar gördüğü bölüm bana biraz fazla "psychedelic" geldi. DİKKAT SPOILER: Sondaki kendi kolunu kırma (ah... o ses!) sonra da kör bıçakla yumuşak dokuyu kesme sahnesi ise sinemada şimdiye kadar gördüğüm en izlemesi zor sahnelerdendi. (7) SİNEMADA İZLENDİ

22 Şubat 2011

24. The King's Speech

İlginç bir tesadüf, bu senenin en iyi film Oscar'ı için yarışan en güçlü iki aday film "konuşma" konusunda tezat bir tablo oluşturuyorlar: The Social Network'teki makine gibi konuşan Mark Zuckerberg'e karşılık, The King's Speech temel problemi konuşamamak olan bir adamın hikayesini anlatıyor. Üstelik de o adam o tarihlerde dünya topraklarının dörtte birine hükmeden bir imparatorluğun kralı. Krallığı hiç istemediği halde, abisinin gönül işleri nedeniyle "sıradaki kişi" olarak mecburen tahta çıkan kekeme VI.George rolünde Colin Firth bu senenin kesinlikle en iyi oyunculuk performansını sergiliyor. Zaten alınacak ne kadar ödül varsa aldı, geriye bir tek Oscar kaldı; onu da alacaktır. Bazı filmlerin fragmanları filmin başarısını tam olarak yansıtmıyor, The King's Speech'in fragmanını izlediğimde bana hiç çekici gelmemişti, "katlanacağız artık" diyerek sinemaya gittim. Ama işte o iki dakikalık fragmanlarda oyuncuların bir filmi nasıl alıp götürdüğünü farkedemiyorsunuz. Colin Firth ve Geoffrey Rush iki saat boyunca karşılıklı döktürüyorlar ve son yılların en iyi beyazperde ikilisi olmayı başarıyorlar. Tom Hooper'ın dönemi çok iyi yansıtan set yönetimi ve İngiliz mizahının o tek cümlelik ince esprileri ile dolu senaryo filmden alınan lezzeti arttırıyor.(8) SİNEMADA İZLENDİ


Not: Film Amerika'da 17 yaşından küçüklere yasaklanmış; nedeni filmin içinde çok fazla "fuck" kelimesinin geçmesiymiş. Bu çok komik! Çünkü filmin sadece bir sahnesinde -o da konuşma terapisi kapsamında- kralımız arka arkaya 7-8  kere bu kelimeyi kullanıyor. Onun dışında hiçbir şiddet ya da cinsellik yok. İlk defa bizim film değerlendirme kurulu doğru bir iş yapmış  ve filme "genel izleyici kitlesi" onayı vermiş. Kesinlikle katılıyorum: Çocuklar ve gençler bu filmi rahatlıkla görebilirler, hatta görmeleri iyi olur.

15 Şubat 2011

23. The Fighter

Boks filmlerinin çoğunda olduğu gibi bu film de gerçek bir hikayeden uyarlanmış. Aslında son yarım saate kadar Dövüşçü diğer boks filmlerinden oldukça farklı ilerliyor: ringdeki dövüş sahnelerinden çok aile içi ilişkilere odaklanıyor, ki en sağlam performanslar da bu bölümlerde. Son yarım saatte ise benzerlerini birçok kez izlediğimiz Rocky hikayesini bir kez daha izliyoruz. Hatta şampiyonluk maçına hazırlık sahnelerinde, Micky şehrin sokaklarında koşarken neredeyse Rocky'nin o çok bildik ana teması "Gonna Fly Now" çalacak diye düşündüm (neydi o müzik derseniz şuraya tıklayıverin). Filmin en büyük artıları elbette Christian Bale ve Melissa Leo. Canlandırdığı rol için vücudunu şekilden şekile sokmaktan hiç kaçınmayan Christian Bale, aşırı sıska ve seyrek saçlı haliyle o "iki dirhem bir çekirdek" Bruce Wayne (Batman) profilinden çok farklı bir görünümde. Bale benzer bir transformasyonu 2006'da The Machinist için yapmış ve bu rol için tam 30 kilo vermişti (bu süzülme operasyonu bir oyuncunun herhangi bir rol için gerçekleştirdiği en büyük kilo kaybı olarak sinema tarihine geçti). Dövüşçü'de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergileyen Christian Bale bu sene en iyi yardımcı erkek Oscar'ını kapacaktır. Baskıcı anne rolünde Melissa Leo da çok etkileyici. Ne yazık ki aynı şeyi Mark Wahlberg için söylemek zor. Canlandırdığı karakter gerçek hayatta da öyle olduğu için midir bilmem, Wahlberg çok renksiz ve heyecansız bir tonda filmi götürüyor. Bu silik oyun bizim Micky karakterine bağlanmamızı engelliyor. (7) SİNEMADA İZLENDİ

14 Şubat 2011

22. Aşk Tesadüfleri Sever

Okuduğum bazı kritiklerde "filmde o kadar çok rastlantı var ki, eski Yeşilçam filmlerine taş çıkartır" deniyordu. Katılmıyorum; bu senaryo yazarı ve yönetmenin bilinçli bir tercihi bence. Film boyunca zaten birçok sahnede eski Türk filmleri bir şekilde orada burada görünüyor, bir anlamda çocukluğumuzun Ediz Hun'lu Türkan Şoray'lı filmlerine bir saygı duruşu bu... Ayrıca adı "Aşk Tesadüfleri Sever" olan bir filmi "çok tesadüf var ya" diye eleştirenlere ne demeli bilmem. Gişe anlamında "Aşk Tesadüfleri Sever" bence bu senenin "Babam ve Oğlum"u olacak, yani mütevazı beklentilerle gösterime giren bir film, kulaktan kulağa tavsiyelerle ("ay bir ağladık, bir ağladık") giderek büyüyecek ve bu senenin en çok seyirciye ulaşan filmlerinden biri olacak (aha bak buraya yazıyorum, tarih 14 Şubat 2011). Geçmişi ve bugünü paralel anlatan başarılı kurgusu, farklı dönemler için farklı renk paletleri kullanan akılcı görüntü yönetimi ve çok hoş nostaljik lezzetler barındıran (özellikle Ankaralılar için) senaryosu ile eli yüzü düzgün bir yapım var karşımızda. Ayrıca, seyirciyi sinema salonları ile buluşturacak ve belli bir duygu paylaşımı yaşatacak bu tür çabalara bence her zaman ihtiyaç var. Biz tam üç nesil bir arada izledik (anneanne, baba, oğul) ve hepimiz de beğendik. (7,5) SİNEMADA İZLENDİ

10 Şubat 2011

21. Love And Other Drugs

Benim de yakın zamana kadar bir mensubu olduğum ilaç sektörü çalışanlarının ilgiyle izleyecekleri bir film Aşk Sarhoşu. Çünkü ön plandaki aşk hikayesinin ardında bir ilaç firması çalışanının hayatı anlatılıyor. Tıbbi mümesillerin karşılaştığı zorlukların Amerika'da da Türkiye'dekiyle hemen hemen aynı (hatta orada daha çetin) olduğunu görmek ilginç: Amerika'da da mümesiller hastanelere alınmıyor, orada da başarı için doktorların sosyal hayatına ortak olmak gerekiyor, vesaire... Hatta filmde Jamie'nin "cin fikri" gibi gösterilen, kendi numunesini bırakırken doktorun dolabındaki rakip ürünlerin numunelerini toparlama manevrası aynen bizde de yıllardır itina ile uygulanır. Filme gelirsek, Aşk Sarhoşu'nun temel problemi komedi mi dram mı olduğuna bir türlü karar verememesi. Film, "hızlı satıcı" Jamie'nin iş dünyasındaki deli dolu maceraları, sekreter kızlarla düşüp kalkmaları, beceriksiz küçük kardeşin patavatsız konuşmaları derken tam bir komedi gibi başlıyor. Zaten filmin oyuncuları da komedi kategorisinde Altın Küre'ye aday oldu. Ancak Anne Hathaway karakterinin işin içine girmesi ile öykünün seyri değişmeye başlıyor. Hele filmin son yarım saati öyle yoğun bir dram içeriyor ki (Parkinson hastası kızın hastalığının ilerlemesi, hastalığa çare aramak bulamamak, ayrılan aşıklar) değme melodramlara taş çıkartır. Sonuç olarak, oyuncularının iyi iş çıkardığı ama hedefi tam olarak 12'den vuramayan, "eh işte" denilebilecek bir film. (6,5)

20. Prensesin Uykusu

Çağan Irmak "Karanlıktakiler"den sonra bir kez daha, gösterişsiz ve kişisel denemelerine devam ediyor. Yalnız ister kişisel, ister gişeye yönelik olsun Çağan Irmak filmlerinin bir özelliği var: yaklaşık otuzuncu dakikadan itibaren film sizi sarıyor ve bir daha da bırakmıyor. Prensesin Uykusu yer yer zirve yapan çok başarılı bölümlere sahip: Özellikle Aziz'in geçmişinin anlatıldığı animasyon bölümü Japon yönetmen Miyazaki'nin animelerini andırıyor (muhtemelen Çağan Irmak da bir Miyazaki hayranı). Ancak kimden esinlenmiş olursa olsun, bu bölümlerdeki grafik kalite gerçekten etkileyici. Ayrıca hayal dünyasının yaratılmasında kullanılan bilgisayar efektleri (dev ahtapotlar, rengarenk kuşlar, vb..) şimdiye kadar bir Türk filminde rastlamadığım ölçüde iyi kotarılmış. Oyuncu yönetimindeki ustalığını daha önceki çalışmalarından bildiğimiz Çağan Irmak yine pek tanımadığımız, pek ortalarda olmayan isimlerden yeni yıldızlar yaratmış. Özellikle Sevinç Erbulak'ın doğal oyununu çok beğendim. Filmde kullanılan şarkıyı Redd grubu bu film için besteledi sanmıştım, meğer tam tersiymiş. Çağan Irmak filmin öyküsünü Redd grubunun 2006 yılında çıkardığı albümdeki "Prensesin Uykusu" şarkısından esinlenerek yazmış. (7,5)

19. Due Date

Zach Galifianikis The Hangover'dakine çok benzer bir rolde. Ama film The Hangover kadar komik değil. to be continued... (6,5)

4 Şubat 2011

18. Biutiful

21 Gram ve Babil ile dünya çapında üne kavuşan Meksikalı yönetmen Inarritu ana dili İspanyolca'ya geri dönüyor. Günümüz Barcelona'sının pek bilmediğimiz sevimsiz bir yüzünü anlatan bu oldukça iç burkucu hikayede, Javier Bardem çocuklarına iyi bir gelecek sağlayayım derken binbir türlü yolsuzluğa bulaşmış, üstüne bir de kansere yakalanmış bir babayı canlandırıyor. Bardem'in oyunculuğuna ve filmin sanki sefalete dokunmamızı sağlayan sinematografisine diyecek yok. Ancak benim bu filmle ve genelde yönetmen ile ilgili şöyle bir meselem var: Inarritu sanki sürekli aynı filmi çekip çekip önümüze koyuyor. Hep birkaç ailenin paralel hikayesi, hep depresif bir atmosfer, "işin içine mutlaka çocukları da katalım da yürekler daha bir dağlansın" çabası ve Gustavo  Santaolalla'nın o kesik kesik gitar tınıları içeren hep aynı müziği. İlk kez bir Inarritu filmi seyredenler çarpılacaklardır, ama 21 Gram ve Babil'i seyretmiş benim gibiler için bir "biz bu filmi görmüştük" etkisi olduğu kesin. (7) SİNEMADA İZLENDİ

2 Şubat 2011

17. Paranormal Activity 2

Film boyunca ekrana bindirilen yazılar ile geçen günler sayılıyor: Gün 1, Gün 2... diye, ve galiba 12.güne kadar saymaya devam ediyor. Benim anlamadığım böyle bir evde insan neden oturmaya devam eder. Normal bir ailenin 7.günde filan "ya hadi bırak Allah aşkına" deyip çoluğu çocuğu toplayıp gitmeleri gerekmez mi? Neyse efendim, bu ikinci "belgesel görünümlü kurgu" hayalet hikayemizde de tüm görüntüler evin içindeki kamera çekimlerinden oluşuyor, tek fark ilk filmdeki normal el kamerası yerine bu kez ailemiz evlerine giren hırsızı yakalamak için her köşeye güvenlik kameraları yerleştiriyor (tabii eve girenin hırsız değil, başka bir "şey" olduğunu sonra anlıyorlar). İlk filmdeki giderek artan sinsi gerilimin yerine, bu kez yapımcılar bol bol sessizliğin içinden "böö" diyerek seyirciyi sıçratmayı tercih etmişler. Korkmak isteyen, istediğini bulacaktır (itiraf ediyorum, gece evde tek başıma seyrederken epey huzursuz oldum). Ama sinema adına bir kaliteden, bir yaratıcılıktan söz etmek de mümkün değil maalesef. (6)