28 Mayıs 2010
106. Robin Hood
Yönetmen Ridley Scott (Gladiator, Alien, Black Hawk Down, Kingdom of Heaven), oyuncular da Russell Crowe ve Cate Blanchett olunca insan çok daha görkemli bir yapım bekliyor. Ancak Robin Hood'da neredeyse bir televizyon filmi kıvamı hakim maalesef. Sanki "para yetişmemiş" de prodüksiyon ölçeği biraz düşük tutulmuş gibi bir hava var. Aslında problem stüdyoların son yıllardaki hastalığı "PG-13" meselesinden kaynaklanıyor. Amerika'da sinema izleyicisi içerisinde en büyük segmenti 13-17 yaş arası teen-ager'lar oluşturuyor. Stüdyolar bu bereketli kaynaktan mahrum kalmamak adına filmlerinin 17 yaş sınırı almaması için özel bir çaba sarfediyorlar, bu da -yaratıcılığın engellenmesi pahasına da olsa- daha "light" filmler ortaya çıkmasına yol açıyor. Geçen sene de PG-13 etiketli bir Terminator light ve bir Die Hard light izlemek zorunda kalmıştık. Ridley Scott'un yukarıda saydığım tüm baba filmlerinin "R-rated" yani 17 yaş sınırlı olduğunu hatırlatalım. Robin Hood sona erdiğinde perdede şu cümle beliriyor: "and the legend begins..." İyi de, biz efsaneyi görmeye gelmiştik. (6)
107. Prince of Persia
Jake Gyllenhaal'ı Zodiac, Donnie Darko, Jarhead, Brokeback Mountain gibi çok daha "oturaklı" filmlerden tanırız ve hürmette kusur etmeyiz. Ama işte para böyle bir şey demek ki: Popüler bir bilgisayar oyunundan uyarlanan Prince of Persia'da, kasları şişirilmiş bir Jake Gyllenhaal, film boyunca atlıyor, zıplıyor, koşturuyor ama ortada dişe dokunur bir öykü yok ne yazık ki. Hani bilgisayar oyunlarında başarılı oldukça bir üst "level"a geçersiniz ya, bu Prens bir türlü geçemiyor. Sadece gençlere ve çocuklara. (5,5)
108. Iron Man 2
Aksiyon sahneleri yine birinci sınıf, ama bu kez biraz fazla çenesi düşük bir film olmuş. Öyle ki ilk aksiyon sahnesi (Monaco'daki yarış pisti) için 25 dakika beklemek ve Tony Stark'ın sinir bozucu kendini beğenmişliklerine katlanmak zorundasınız. İkinci filmde kadroya eklenen parıltılı isimler Scarlett Johansson ve Samuel L.Jackson sadece kenar süsü olarak duruyor. Mickey Rourke ise kötü adam Ivan rolünde başarılı. (6)
109. How To Train Your Dragon
Animasyon türünde Disney ve Dreamworks arasındaki rekabet ortaya gerçekten çok iyi yapıtların çıkmasını sağlıyor. Sadece şu son yıllarda izlediğimiz örnekleri hatırlayın: Bir tarafta Disney Pixar'dan Up, Wall-E, The Cars, Finding Nemo; diğer tarafta Dreamworks'ten Shrek, Madagascar, Kung Fu Panda, ve şimdi de How To Train Your Dragon. 3D teknolojisinin nimetlerinden sonuna kadar faydalanan Dragon, iyi bir animasyonun asla sadece çocuklar için olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. (8)
110. Ip Man 2
Bu blogda 2010 yılında izlediğim filmleri konu ettiğim için başlık Ip Man 2. Ama tabii öncelikle bu filmin birincisinden bahsetmek lazım. Wing Chun dövüş sanatının yaratıcısı ve Bruce Lee'nin hocası Ip Man'ın, 1930'lardan 40'lara gerçek yaşam hikayesini anlatan ilk film, uzakdoğu dövüş sporları ile ilgilenen (başka bir ifade ile çocukluğunda Bruce Lee ve muadillerinin filmlerini bol miktarda izlemiş, o filmlerden sonra da ara sokaklarda "hiya!" diyerekten arkadaşlarıyla filmdeki sahneleri yeniden canlandırmaktan kaçınmamış) herkesin mutlaka izlemesi gereken bir seyirlik. Koreografideki mükemmel estetik bu olaya neden martial "arts" dendiğini kanıtlar güzellikte. İkinci film, Japon işgali altındaki Çin'den Hong Kong'a kaçan Ip Man'ın buradaki tutunma mücadelesini anlatıyor. İlk film kadar sağlam bir dramatik kurguya ve sinematografiye sahip olmasa da, eski bir dostla yeniden buluşmak güzel. İlk filme 10 üzerinden 8, ikinciye 7. (7)
111. Celda 211
Son yıllarda başarılı korku/gerilim filmleri ile dikkat çeken İspanyol sinemasından şaşırtıcı bir film daha. Filmin başını izleyip meraklanmamak mümkün değil zaten: Juan gardiyan olmak üzeredir. İşe bir gün erken gelir. İki meslektaşı ona hapishaneyi gezdirirken, birdenbire tavandan düşen bir parçanın çarpmasıyla bayılır. Gardiyanlar onu ayıltmak için 211 numaralı boş hücreye götürür. Juan bilinci kapalı halde hücrede yatarken hapishanede bir ayaklanma patlak verir. Ayıldığında güç bir durumla karşı karşıyadır: Hayatta kalmak için mahkûm rolü oynamak zorundadır. (7,5)
27 Mayıs 2010
112. The Road
Nedeni tam olarak belli olmayan bir çevre felaketi (kıyamet?) sonrasında bir baba-oğulun hayatta kalma mücadelesi. Cormac McCarthy'nin romanından uyarlanan film, her kitabın filme uyarlanamayacağının bir kanıtı olmuş. Filmin yaydığı karamsarlık duygusu ve kasvet benim için fazla. Baba-oğul arasındaki diyaloglar da son derece etkisiz ve sığ. Adam 15 dakikada bir oğluna sarılıp "ben buradayım, merak etme" diyor. Tamam, mesajı aldık da, bu mesajı 120 dakikaya yaymanın anlamı yok. Sadece post-apokaliptik dünyanın başarılı görüntüleri ve yaratılan atmosfer için 10 üzerinden 5. (5)
26 Mayıs 2010
113. Kıskanmak
Zeki Demirkubuz'dan yine insan ruhunun derinliklerini anlatan müthiş bir film. Filmin her karesine sinmiş detaylara hakimiyet duygusu ve fotoğraf estetiği bana Kubrick'i hatırlattı. Işık ve karanlık sanki filmin iki başrol oyuncusu gibi. Sadece görsel yönden değil, anlattığı hikayenin derinliği açısından da çok beğendiğim ve baştan sona neredeyse gözümü kırpmadan izlediğim bir film oldu. Türk sineması için bir yüzakı. (8,5)
12 Mayıs 2010
114. The Secret In Their Eyes
Bu senenin En İyi Yabancı Film Oscar'ını alan bu Arjantin filmi, yaşanamamış bir aşkı ve tam olarak çözülememiş bir cinayet davasını paralel olarak anlatıyor. Çok iyi oyunculuklar ve vurucu bir final ile kesinlikle hafızalarda yer edecek filmde özellikle stadyum sahnesinden söz etmek lazım: 6,5 dakikalık kesintisiz tek plan olarak çekilen bu sahne insanı şaşkına çeviriyor ve film antolojilerine girmeyi hak ediyor. Sadece bu stadyum sahnesi için bile izlenir. (8)
11 Mayıs 2010
115. Remember Me
Çok salonlu sinemaların girişinde özellikle haftasonları sık karşılaştığım bir manzara vardır: 3-4 delikanlı gösterimdeki tüm filmlerin afişlerine bakarak karar vermeye çalışırlar: "Şuna mı girelim?" "Yok lan, o pek güzele benzemiyor, buna girelim". Bu "hangisine girelim" muhabbeti beni oldum olası öldürür. İnsan daha evden çıkarken hangi filmi izlemek istediğine karar vermez mi? Benim bir filmi görmeden önce, o film hakkında en azından aşağı yukarı bir fikrim vardır. Ama işte büyük konuşmamak lazım: Eşimin doğum gününde, bir akşam yemeği sonrası romantik bir film izleme arzumuz, bizi yukarıdaki gibi "hangisine girelim" durumu ile karşı karşıya bıraktı. 8 salonun yedisinde komedi, savaş, korku, vb.. temalar olunca "günün anlam ve önemine uygun" olmaya en yakın film Remember Me idi. Sonuç: Felaket. Bu film için ne yazılabilir bilemiyorum: Alacakaranlık vampiri Robert Pattinson'ın artık tescillenen yeteneksizliği mi, sözde sempati duymamız gereken başroldeki genç kız ve erkeğin iticilikleri mi, konunun bir türlü ilerlememesi ve temponun yerlerde sürünmesi mi... Gördüğünüz yerde kaçın, o kadar diyorum. (1)
116. An Education
16 yaşında zeki, güzel ve oldukça başarılı bir kız olan Jenny, kendinden yaşça büyük David ile tanışır ve hayatında her şey değişmeye başlar. Liseli Jenny'i canlandıran Carey Mulligan'ın aslında 25 yaşında olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Carey, minyon tipinin de yardımıyla bu rolün altından başarı ile kalktı ve Oscar'a aday oldu. Çok iyi performansların yanısıra, 1960'lar İngiltere'sinde kadının toplumdaki yerini görmek açısından da ilginç bir film. (7)
30 Nisan 2010
117. 9
İşin içinde yapımcı olarak Tim Burton olunca, filmin görsel zenginliği sürpriz değil. Filmin kahramanları alışageldiğimiz "aksiyon yıldızı" tanımına uymasa da, 80 dakikalık bu kısa film pek çok aksiyon filmine taş çıkartacak heyecanlı sahneler içeriyor. 13 yaş altı için ise pek uygun olmadığını ekleyeyim, bu büyükler için bir animasyon. (7)
29 Nisan 2010
118. Deli Deli Olma
Bu aralar Türk sinemasına sardım. Evet, Türkiye'de artık senede 75 film çekiliyor ve evet, belki bu 75 filmin çoğu aceleye gelmiş, özensiz ve sırf "Türk filmleri iyi gişe yapıyor" diye ticari beklentilerle çekilmiş sulu zırtlak yapımlar. Ama işte arada böyle keşfedilmeyi bekleyen küçük cevherler de var: "Deli Deli Olma" Kars'ın bir köyünde geçen ve bende en kısa zamanda o köye gitme isteği uyandıran çok sıcak, çok naif bir hikaye. (8)
22 Nisan 2010
119. The Twilight Saga: New Moon
Bu blogda sözünü ettiğim filmlerin hepsini tavsiye ediyor değilim elbette (paragraf sonlarında gördüğünüz rakamlar 10 üzerinden verdiğim puanlardır) . Zaman zaman sırf "muhabbetten uzak kalmamak" adına, "araştırmacı" bir ruhla izlediğim (ya da katlandığım diyelim) filmler de oluyor. İki sene önceki Twilight - Alacakaranlık 37 milyon dolara malolup 400 milyon dolar hasılat toplayınca, yapımcılar bizleri "Alacakaranlık Efsanesi" başlığı altında iki filmle daha cezalandırmaya karar vermişler. Bu devam filmlerinin ilki olan New Moon hemen sadece serinin iflah olmaz fan'lerine hitap ediyor. Oyunculuk müsamere seviyesinde, diyaloglar yer yer komik. Tüm karakterler film boyunca yataktan yeni kalkmış gibi uyuşuk uyuşuk dolaşıp poz kesiyorlar. Bu nasıl "gençlik filmi" anlamak zor. (2)
5 Nisan 2010
120. Başka Dilde Aşk
İşte Türk sinemasından çok güzel bir sürpriz. İlksen Başarır bu ilk filminde, etkileyici bir romantizm eşliğinde işitme engellilerin hiç bilmediğimiz dünyasına olgun bir bakış atıyor. Özellikle sağır-dilsiz genci oynayan Mert Fırat'ı çok başarılı buldum. "Başka Dilde Aşk" Aralık ayında sinemalara geldiğinde, o sırada gösterime giren onlarca Türk filminin kopardığı gürültü arasında kaybolup gitmiş ve sadece 200,000 seyirciye ulaşabilmişti. Bu sıcak ve şaşırtıcı filmi hiç olmazsa DVD'de yakalayın. (8)
3 Nisan 2010
121. The Imaginarium of Doctor Parnassus

122. The Boat That Rocked
1960'lı yıllarda İngiltere açıklarında bir gemiden korsan yayın yapan bir radyo istasyonunun hikayesi. Dönemin rock klasiklerinin de geçit yaptığı keyifli bir komedi. (7)
123. Eyyvah Eyvah

1 Nisan 2010
124. Ghosts of Girlfriends Past

125. The Fourth Kind

126. Julie and Julia

128. Crazy Heart
Jeff Bridges'ın Crazy Heart ile En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını alması sürpriz olmadı. Çünkü film “Oscar kazandıran formül”ün tüm bileşenlerine sahip: Uzun yıllardan beri sinemaya hizmet etmiş, tüm Hollywood camiası tarafından saygı gören, birkaç kere aday olmasına rağmen Oscar heykelciğini hiç alamamış, yaşı da artık kemale ermiş iyi bir aktör. Malzeme de çok uygun: sarhoş, sakallı, göbekli ve gözden düşmüş bir şarkıcı rolü. Ama Bridges’ın hakkını da vermek lazım, Crazy Heart’ta gerçekten iyi oynuyor. (7,5)
129. Precious
Filmin başından hoş duygular ile kalkmadığım kesin.Çok rahatsız edici bir konu, çok iç karartıcı bir hikaye. "Bir film koyalım da güzel güzel seyredelim" diyenlerin uzak durması lazım. Oyunculuk performansları ise görmeye değer. Şimdiye kadar sadece komedi rolleri ile tanınan Mo’Nique, Precious’taki acımasız ve rahatsız anne rolüyle herkesi şaşırttı ve Oscar'ı çatır çatır aldı. Filmin sonunda Mo’Nique ve Mariah Carey’nin karşılıklı oynadıkları bir sahne var (evet, bildiğimiz Mariah Carey). Karşısında döktüren Mo’Nique’i izlerken, Mariah’nın aklından geçen düşünceler gözlerinden açıkça okunuyor: “vay canına, bu iş beni aşar, ben şarkıcılığa geri döneyim” (7)
130. The Blind Side
Şimdiye kadar sıradan romantik komedilerde vasatı aşamayan performanslarına alıştığımız Sandra Bullock, yaşanmış bir hikayeyi beyazperdeye taşıyan The Blind Side’da kendi standardının çok üstüne çıkıyor. Akademi bu tür çıkışları pek sever ve hemen Oscar'ı yapıştırır. Film de kötü değil, bir kere anlatılan karakterlerin şu an hala Amerika'da yaşıyor olduklarını bilmek etkileyiciliği arttırıyor. Özellikle en sonda gerçek Michael Oher ve Leigh Anne'in görüntüleri perdeye yansıdığında "hislenmemek" mümkün değil. (7,5)
150. Yahşi Batı
Seneye başlangıcı, tam da 1 Ocak Cuma günü Cem Yılmaz ile yapmıştım. "Yahşi Batı"nın bence temel problemi "iyi görünen" bir film olmak için çok çaba harcarken "komik" olmayı ihmal etmesi. Setler, kostümler, görüntü yönetmenliği birinci sınıf, ama film beklentileri tam olarak karşılamıyor ve salondan ayrılan seyirci "ya bi şey eksik ama ne" demekten kendini alamıyor. Eksik bileşenin ne olduğunu anlamak için 2 ay beklemek gerekecekti (bkz. yukarıda 123 numara: Eyyvah Eyvah). (6)
29 Mart 2010
2009'un En İyileri
Sinema sanatı ile yakından ilgileniyor ve arkadaşlarıma zaman zaman film tavsiyelerinde bulunuyorum. 2009 yılı için genel bir değerlendirme yapıp, izlediğim 150’ye yakın film içerisinden en iyilerini seçmeye çalıştım. Elbette bu “kişisel” bir listedir, sizin en iyileriniz bambaşka başlıklardan oluşabilir. Benim için bu yazıyı hazırlamanın keyifli tarafı, filmler üzerinde yeniden düşünme ve filmleri izlerken yaşadığım duyguları yeniden yaşama fırsatını bulmak oldu. İşte ters sıralama ile 10’dan 1’e 2009 yılının en iyileri:
10. The Reader – Okuyucu: Film temelde, 15 yaşında tıfıl bir delikanlı iken ateşli aşk yaşadığı kadının, yıllar sonra bir Nazi savaş suçlusu olarak yargılanmasına tanıklık eden bir Alman avukatın iç hesaplaşmalarını anlatıyor. Tek bir gerçeği açıklayarak ömür boyu hapis cezasından kurtulabilecekken, bu sırrı saklamayı tercih eden kadındaki performansıyla Kate Winslet Oscar’ı da kapmıştı. Erotizm dozu yüksek bir aşk hikayesi gibi başlayan ve ilk yarısında biraz sıkan film ikinci yarısında vites değiştiriyor ve gurur, adanmışlık, iyilik/kötülük gibi kavramları yeniden sorgulamamıza yol açan çarpıcı senaryosu ile övgüyü hak ediyor. Sabredilmeli ve izlenmeli.
9. Doubt – Şüphe: “60’lı yıllarda bir kilisedeki bir rahip ve iki rahibenin aralarındaki güç mücadelesi” diye söze girdiğimde esnemeye başlayacağınızdan eminim. Böyle bir hikaye ne kadar ilginç olabilir ki, değil mi? Ama işte aktörlük ya da oyunculuk dediğimiz “zenaat” böyle bir şey. İyi icra edildiğinde bir filmi 100 dakika boyunca gözünüzü kırpmadan tıpkı bir gerilim filmi izler gibi izlemenizi sağlayabiliyor. Meryl Streep, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams tam anlamıyla döktürüyorlar. Tek bir sahnede görünmesine rağmen hafızalarımıza kazınan Viola Davis de onlara eşlik ediyor. Yılın en başarılı filmlerinden biri, “şüphe”niz olmasın.
8. Slumdog Millionaire - Milyoner: Danny Boyle’un, Bombay’lı bir yetimin acıklı öyküsünü “Kim 500 Bin İster” yarışması ile harmanladığı filmi, aslında bir Oscar filminden beklenmeyecek derecede karanlık ve rahatsız edici sahneler de içeriyordu. Ancak tüm trajedik öğelerine rağmen filmin içine sinmiş olan coşku, biraz da sürpriz bir şekilde onları “En İyi Film” Oscar’ına kadar götürdü. Film boyunca günümüz Hindistan’ının gerçeklerini tüm çıplaklığıyla anlatan Danny Boyle, filmin sonunda danslı şarkılı Hint filmlerine bir selam göndermeyi de ihmal etmiyordu.
7. The Hangover – Felekten Bir Gece: Eh, bu kadar iç karartmak yeter. İşte senenin en başarılı komedisi. Bekarlığa veda partisi için gittikleri Las Vegas’ta, ertesi sabah otel odalarında bir kaplan, bir bebek ve eksik bir diş ile uyanan ve bir gece önce ne olduğunu anlamaya çalışan üç arkadaşın müthiş eğlenceli hikayesi. Son zamanlarda sıkça karşılaştığımız, cesur olacağım derken ayarını şaşıran modern Amerikan komedilerinin aksine Felekten Bir Gece baştan sona güldürmeyi gerçekten başarıyor.
6. Public Enemies – Halk Düşmanları: “En beğendiğin yönetmen kim?” diye sorsanız “ölmüşlerden Stanley Kubrick, yaşayanlardan Michael Mann” derim. Michael Mann de tıpkı Kubrick gibi az ama öz film çekenlerden. CV’sinde The Last of the Mohicans (1992), Heat (1995), Collateral (2004) gibi unutulmaz filmleri barındıran Mann, Halk Düşmanları’nda yine detaylara hakimiyetini konuşturuyor. Üstad bu kez 1930’lu yıllar Amerika’sının meşhur banka soyguncusu John Dillinger’ın hayatını, onu sempatikleştirmeye çalışmadan anlatırken, ev eşyaları, giysiler, saç stilleri, hatta insanların konuşma tarzları gibi döneme ait detayları tüm otantikliği ile perdeye yansıtmayı başarıyor.
5. District 9 – Yasak Bölge 9: İşte son senelerin en özgün bilim-kurgu filmlerinden biri. Uzaylı yaratıkların New York, Londra gibi şehirleri pas geçip Johannesburg’u seçmesi ile başlayan ilginçlikler, bir haber program şeklinde kurgulanmış giriş bölümü ile devam ediyor. Sonrasında ise “uzaylı ziyaretçiler” temasının aslında yalnızca bir metafor olarak kullanıldığını ve Güney Afrikalı yönetmen Neil Blomkap’ın vahşi kapitalizm, ırkçılık ve ötekileştirme üzerine yaman sözler sarfetmekte olduğunu yavaş yavaş farkediyorsunuz. Ama “politikayla işim olmaz” diyenlerdenseniz, Yasak Bölge 9 birinci sınıf görsel efektleri ve aksiyon sahneleri ile de sizi tatmin edecektir.
4. Up – Yukarı Bak: Animasyon deyip geçmemeli. Disney Pixar ortaklığı tıpkı geçen senelerdeki Wall-E ya da Kayıp Balık Nemo’da olduğu gibi, iyi bir animasyonun sadece çocuklara yönelik olmayabileceğini kanıtlıyorlar. Hatta Yukarı Bak belki de benzerleri arasında en “her yaşa göre” olanı (ben oğlumdan daha çok beğendim, öyle söyleyeyim). Filmin teknik düzeyi her zamanki gibi üstün, grafik çalışması ve renk kullanımı son derece başarılı. Ancak bence Yukarı Bak’ın gerçek başarısı filmin geneline yayılmış o yoğun duygusallıkta yatıyor. Yaşlı çiftin yaşam özetinin sessiz sinema üslubuyla ve en iyi müzik Oscar’ını alacak unutulmaz bir müzikle verildiği giriş bölümü ile başlayan o duygusallık sizi tüm film boyunca bırakmıyor.
3. The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak: Bağımsız şirketlerin çektiği filmlerin başına Türkiye’de bazen ilginç şeyler gelebiliyor. Efendim bu film 3-4 ay kadar önce sessiz sedasız Türkiye sinemalarında gösterildi, sonrasında Kasım ayında D-Smart’ta ekranlara geldi. Son olarak da birkaç gün önce Hürriyet gazetesi tarafından DVD’si verildi. Sizin belki görüp de gazete promosyonu diye burun kıvırdığınız Ölümcül Tuzak bu yıl En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalında Oscar’a aday olacak (sonra demedi demeyin). Irak’ta görevli bir bomba imha uzmanının hikayesini, savaşta kimin haklı olduğuna hiç girmeden anlatan Kathryn Bigelow çok sağlam bir iş çıkarmış.
2. Inglorious Basterds – Soysuzlar Çetesi: En beğendiğim yönetmenler listesinin ikinci sırasını rahatlıkla alacak olan Quentin Tarantino bu sene bence Pulp Fiction’dan sonraki en iyi çalışmasıyla döndü. Kendi yazdığı cüretkar senaryosu ile alternatif bir II.Dünya Savaşı öyküsü anlatan Tarantino, yine ustalığını konuşturuyor. Kimi eleştirmenler tarafından, eğlendirme pahasına yakın tarihin çok iyi bilinen üzücü gerçeklerini sorumsuzca deforme etmekle suçlansa da Soysuzlar Çetesi müthiş gerilim içeren diyalogları (baştaki kır evi sahnesi, lokantada geçen ve silahların konuşması ile biten bölüm, vb..) ve Nazi subayında Christopher Waltz’ın unutulmaz oyunu ile (yardımcı erkek dalında bir kesin Oscar ödülü daha) hafızalarımıza kazınıyor.
1. Avatar: Hadi bakalım, “tüm zamanların en çok gişe hasılatı” ünvanını almış bir filmi popülist yaftası yemeden nasıl översiniz? Belki önce teknik unsurlarından başlamak lazım: Avatar müthiş bir beklenti ile gösterime girdi ve bu beklentiyi hiç boşa çıkarmadı. Son yıllarda ilk kez bir film 3D teknolojisinin gerçek potansiyelini tam anlamıyla kullanmayı başarıyordu. 1997 yılında çektiği Titanic’ten bu yana 12 yıldır bu film için hazırlanan James Cameron hiç görmediğimiz bir dünyayı tüm detayları ile (ağaçları, hayvanları, yerlileri) en baştan yaratıyor ve bizi o dünyanın içinde gezintiye çıkarıyordu. Ve bu gezintinin hiçbir anında gördüklerimiz bize yapay gelmedi, herşey çok gerçekti. Film nefes kesen bir görselliğe sahip olsa da, sadece bilgisayar efektlerine yaslanmış içi kof bir eğlencelik değildi. Düzgün bir hikayesi vardı, karakterler üzerinde iyi çalışılmıştı. Öyle ki, film 3 boyutlu izlenmese de hemen hemen aynı beğeni düzeyini tutturuyordu. Elbette eleştirenler de oldu Avatar’ı. Onlara göre Cameron bir yandan savaş karşıtı gibi görünüp, öte yandan savaşın araçlarını (acayip helikopterler, dev robotlar, vs..) ve onların yol açtığı yıkımı tüm ihtişamıyla sergileyerek aslında bir bakıma savaşı yüceltiyordu. Çok katılmasam da, anlayabiliyorum. Filmin tek kusuru da bu olsun. Ama diğer tarafta görülmemiş bir görsellik, insanı çekip içine alan bir masal dünyası, sinema sanatının eriştiği en yüksek zirvelerden biri olan ve başyapıt tanımlamasını hakeden şaşırtıcı bir film var. Sanat eserlerini sadece beynimizin sol yarısını kullanarak (“şimdi burada aslında nasıl bir mesaj var?” diyerek) analiz etmemek lazım. Bir filmin (ve giderek tüm sanatın) asıl gücü bizde yarattığı etkidir: kalbimizi daha hızlı çarptırması, içimizde bir coşku yaratması,… Avatar’ı izlediğim salonda Türkiye’de hiç rastlamadığım bir sahne yaşandı: Filmin sonunda Jake Sully Na’vi olarak yeniden doğup perdede Avatar yazısı belirdiği anda tüm salon alkışlamaya başladı. Bu, işte az önce sözünü ettiğim başarılı bir sanat eserinin içimizde yarattığı coşkunun dışavurumuydu (alkışları başlatan ben miydim yoksa).
Emre Çoğulu, 30.01.2010
10. The Reader – Okuyucu: Film temelde, 15 yaşında tıfıl bir delikanlı iken ateşli aşk yaşadığı kadının, yıllar sonra bir Nazi savaş suçlusu olarak yargılanmasına tanıklık eden bir Alman avukatın iç hesaplaşmalarını anlatıyor. Tek bir gerçeği açıklayarak ömür boyu hapis cezasından kurtulabilecekken, bu sırrı saklamayı tercih eden kadındaki performansıyla Kate Winslet Oscar’ı da kapmıştı. Erotizm dozu yüksek bir aşk hikayesi gibi başlayan ve ilk yarısında biraz sıkan film ikinci yarısında vites değiştiriyor ve gurur, adanmışlık, iyilik/kötülük gibi kavramları yeniden sorgulamamıza yol açan çarpıcı senaryosu ile övgüyü hak ediyor. Sabredilmeli ve izlenmeli.
9. Doubt – Şüphe: “60’lı yıllarda bir kilisedeki bir rahip ve iki rahibenin aralarındaki güç mücadelesi” diye söze girdiğimde esnemeye başlayacağınızdan eminim. Böyle bir hikaye ne kadar ilginç olabilir ki, değil mi? Ama işte aktörlük ya da oyunculuk dediğimiz “zenaat” böyle bir şey. İyi icra edildiğinde bir filmi 100 dakika boyunca gözünüzü kırpmadan tıpkı bir gerilim filmi izler gibi izlemenizi sağlayabiliyor. Meryl Streep, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams tam anlamıyla döktürüyorlar. Tek bir sahnede görünmesine rağmen hafızalarımıza kazınan Viola Davis de onlara eşlik ediyor. Yılın en başarılı filmlerinden biri, “şüphe”niz olmasın.
8. Slumdog Millionaire - Milyoner: Danny Boyle’un, Bombay’lı bir yetimin acıklı öyküsünü “Kim 500 Bin İster” yarışması ile harmanladığı filmi, aslında bir Oscar filminden beklenmeyecek derecede karanlık ve rahatsız edici sahneler de içeriyordu. Ancak tüm trajedik öğelerine rağmen filmin içine sinmiş olan coşku, biraz da sürpriz bir şekilde onları “En İyi Film” Oscar’ına kadar götürdü. Film boyunca günümüz Hindistan’ının gerçeklerini tüm çıplaklığıyla anlatan Danny Boyle, filmin sonunda danslı şarkılı Hint filmlerine bir selam göndermeyi de ihmal etmiyordu.
7. The Hangover – Felekten Bir Gece: Eh, bu kadar iç karartmak yeter. İşte senenin en başarılı komedisi. Bekarlığa veda partisi için gittikleri Las Vegas’ta, ertesi sabah otel odalarında bir kaplan, bir bebek ve eksik bir diş ile uyanan ve bir gece önce ne olduğunu anlamaya çalışan üç arkadaşın müthiş eğlenceli hikayesi. Son zamanlarda sıkça karşılaştığımız, cesur olacağım derken ayarını şaşıran modern Amerikan komedilerinin aksine Felekten Bir Gece baştan sona güldürmeyi gerçekten başarıyor.
6. Public Enemies – Halk Düşmanları: “En beğendiğin yönetmen kim?” diye sorsanız “ölmüşlerden Stanley Kubrick, yaşayanlardan Michael Mann” derim. Michael Mann de tıpkı Kubrick gibi az ama öz film çekenlerden. CV’sinde The Last of the Mohicans (1992), Heat (1995), Collateral (2004) gibi unutulmaz filmleri barındıran Mann, Halk Düşmanları’nda yine detaylara hakimiyetini konuşturuyor. Üstad bu kez 1930’lu yıllar Amerika’sının meşhur banka soyguncusu John Dillinger’ın hayatını, onu sempatikleştirmeye çalışmadan anlatırken, ev eşyaları, giysiler, saç stilleri, hatta insanların konuşma tarzları gibi döneme ait detayları tüm otantikliği ile perdeye yansıtmayı başarıyor.
5. District 9 – Yasak Bölge 9: İşte son senelerin en özgün bilim-kurgu filmlerinden biri. Uzaylı yaratıkların New York, Londra gibi şehirleri pas geçip Johannesburg’u seçmesi ile başlayan ilginçlikler, bir haber program şeklinde kurgulanmış giriş bölümü ile devam ediyor. Sonrasında ise “uzaylı ziyaretçiler” temasının aslında yalnızca bir metafor olarak kullanıldığını ve Güney Afrikalı yönetmen Neil Blomkap’ın vahşi kapitalizm, ırkçılık ve ötekileştirme üzerine yaman sözler sarfetmekte olduğunu yavaş yavaş farkediyorsunuz. Ama “politikayla işim olmaz” diyenlerdenseniz, Yasak Bölge 9 birinci sınıf görsel efektleri ve aksiyon sahneleri ile de sizi tatmin edecektir.
4. Up – Yukarı Bak: Animasyon deyip geçmemeli. Disney Pixar ortaklığı tıpkı geçen senelerdeki Wall-E ya da Kayıp Balık Nemo’da olduğu gibi, iyi bir animasyonun sadece çocuklara yönelik olmayabileceğini kanıtlıyorlar. Hatta Yukarı Bak belki de benzerleri arasında en “her yaşa göre” olanı (ben oğlumdan daha çok beğendim, öyle söyleyeyim). Filmin teknik düzeyi her zamanki gibi üstün, grafik çalışması ve renk kullanımı son derece başarılı. Ancak bence Yukarı Bak’ın gerçek başarısı filmin geneline yayılmış o yoğun duygusallıkta yatıyor. Yaşlı çiftin yaşam özetinin sessiz sinema üslubuyla ve en iyi müzik Oscar’ını alacak unutulmaz bir müzikle verildiği giriş bölümü ile başlayan o duygusallık sizi tüm film boyunca bırakmıyor.
3. The Hurt Locker – Ölümcül Tuzak: Bağımsız şirketlerin çektiği filmlerin başına Türkiye’de bazen ilginç şeyler gelebiliyor. Efendim bu film 3-4 ay kadar önce sessiz sedasız Türkiye sinemalarında gösterildi, sonrasında Kasım ayında D-Smart’ta ekranlara geldi. Son olarak da birkaç gün önce Hürriyet gazetesi tarafından DVD’si verildi. Sizin belki görüp de gazete promosyonu diye burun kıvırdığınız Ölümcül Tuzak bu yıl En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalında Oscar’a aday olacak (sonra demedi demeyin). Irak’ta görevli bir bomba imha uzmanının hikayesini, savaşta kimin haklı olduğuna hiç girmeden anlatan Kathryn Bigelow çok sağlam bir iş çıkarmış.
2. Inglorious Basterds – Soysuzlar Çetesi: En beğendiğim yönetmenler listesinin ikinci sırasını rahatlıkla alacak olan Quentin Tarantino bu sene bence Pulp Fiction’dan sonraki en iyi çalışmasıyla döndü. Kendi yazdığı cüretkar senaryosu ile alternatif bir II.Dünya Savaşı öyküsü anlatan Tarantino, yine ustalığını konuşturuyor. Kimi eleştirmenler tarafından, eğlendirme pahasına yakın tarihin çok iyi bilinen üzücü gerçeklerini sorumsuzca deforme etmekle suçlansa da Soysuzlar Çetesi müthiş gerilim içeren diyalogları (baştaki kır evi sahnesi, lokantada geçen ve silahların konuşması ile biten bölüm, vb..) ve Nazi subayında Christopher Waltz’ın unutulmaz oyunu ile (yardımcı erkek dalında bir kesin Oscar ödülü daha) hafızalarımıza kazınıyor.
1. Avatar: Hadi bakalım, “tüm zamanların en çok gişe hasılatı” ünvanını almış bir filmi popülist yaftası yemeden nasıl översiniz? Belki önce teknik unsurlarından başlamak lazım: Avatar müthiş bir beklenti ile gösterime girdi ve bu beklentiyi hiç boşa çıkarmadı. Son yıllarda ilk kez bir film 3D teknolojisinin gerçek potansiyelini tam anlamıyla kullanmayı başarıyordu. 1997 yılında çektiği Titanic’ten bu yana 12 yıldır bu film için hazırlanan James Cameron hiç görmediğimiz bir dünyayı tüm detayları ile (ağaçları, hayvanları, yerlileri) en baştan yaratıyor ve bizi o dünyanın içinde gezintiye çıkarıyordu. Ve bu gezintinin hiçbir anında gördüklerimiz bize yapay gelmedi, herşey çok gerçekti. Film nefes kesen bir görselliğe sahip olsa da, sadece bilgisayar efektlerine yaslanmış içi kof bir eğlencelik değildi. Düzgün bir hikayesi vardı, karakterler üzerinde iyi çalışılmıştı. Öyle ki, film 3 boyutlu izlenmese de hemen hemen aynı beğeni düzeyini tutturuyordu. Elbette eleştirenler de oldu Avatar’ı. Onlara göre Cameron bir yandan savaş karşıtı gibi görünüp, öte yandan savaşın araçlarını (acayip helikopterler, dev robotlar, vs..) ve onların yol açtığı yıkımı tüm ihtişamıyla sergileyerek aslında bir bakıma savaşı yüceltiyordu. Çok katılmasam da, anlayabiliyorum. Filmin tek kusuru da bu olsun. Ama diğer tarafta görülmemiş bir görsellik, insanı çekip içine alan bir masal dünyası, sinema sanatının eriştiği en yüksek zirvelerden biri olan ve başyapıt tanımlamasını hakeden şaşırtıcı bir film var. Sanat eserlerini sadece beynimizin sol yarısını kullanarak (“şimdi burada aslında nasıl bir mesaj var?” diyerek) analiz etmemek lazım. Bir filmin (ve giderek tüm sanatın) asıl gücü bizde yarattığı etkidir: kalbimizi daha hızlı çarptırması, içimizde bir coşku yaratması,… Avatar’ı izlediğim salonda Türkiye’de hiç rastlamadığım bir sahne yaşandı: Filmin sonunda Jake Sully Na’vi olarak yeniden doğup perdede Avatar yazısı belirdiği anda tüm salon alkışlamaya başladı. Bu, işte az önce sözünü ettiğim başarılı bir sanat eserinin içimizde yarattığı coşkunun dışavurumuydu (alkışları başlatan ben miydim yoksa).
Emre Çoğulu, 30.01.2010
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)