19 Ekim 2018

90. Leave No Trace

Filmin açılışında Oregon'daki bir ormanın içinde medeniyetten uzakta kamp hayatı yaşayan bir baba ve kızıyla tanışıyoruz. Will (Ben Foster) ve Tom (Thomasin McKenzie) sanki Survivor'daymışçasına yosun, mantar ve yeşil bitkileri pişirerek, yağmur sularını içerek yaşıyorlar. Kaldıkları yer bir milli park sınırları içinde olduğu için bir süre sonra polis tarafından yakalanıyorlar. Sosyal hizmetler kurumu onlara yaşayabilecekleri bir ev, babaya da bir iş ayarlıyor. Ama anlıyoruz ki, özellikle baba Will toplum içinde yer alma konusunda zorluklar yaşayan bir adam. Yerleşik hayata adapte olma çabaları sonuçsuz kalınca kızıyla birlikte yeniden kaçıyorlar.  Yedi yıl önce Winter's Bone filmi ile Jennifer Lawrence'ı sinema dünyasına kazandıran kadın yönetmen Debra Granik, yine az sözcük kullanarak karakterlerinin duygularını seyirciye aktarmayı başarmış. Granik seyircisine güveniyor ve onları kaşıkla beslemek yerine, bu sakin akan baba-kız öyküsünde bir takım detayları seyircinin izledikçe yakalamasını bekliyor. Örneğin babada ters bir şeyler olduğunu hissedebiliyoruz, ama onun geçmişindeki travmaları ancak filmi izledikçe yavaş yavaş anlıyoruz. Yani en baştan biri çıkıp bize onun hayat hikayesini anlatmıyor. Granik, bir babanın hakları ya da bir aileyi zorla topluma kazandırmanın gerekli olup olmadığı üzerine sorular ortaya atıyor. Ama bu meselelerin herhangi biri üzerinde açık bir tutum sergilemiyor, bunun yerine onları genel anlatının unsurları olarak sunuyor ve izleyicinin kendi kararlarını vermesine izin veriyor. Tecrübeli oyuncu Ben Foster ruhu hasarlı Will'i başarıyla canlandırıyor. Kızı rolündeki Yeni Zelandalı genç aktris Thomasin McKenzie'nin ismini de (tıpkı Jennifer Lawrence'da olduğu gibi) bundan sonra çok duyacağız. Leave No Trace, Debra Granik'ten yavaş ama samimi bir karakter çalışması.

Benim Notum: 7 / 10

17 Ekim 2018

89. Bad Times at the El Royale

Yağmurlu bir gecede, şehirden uzakta başka müşterisi olmayan bir otele dört yabancı giriş yapıyor. Önce farklı farklı fasıllar halinde her birinin geçmişini öğreniyoruz. Sonrasında kaçınılmaz olarak bu dört hikaye otelde birbiriyle kesişiyor. Böyle tek mekanda geçen hikayeler ve zaman içerisinde ileri-geri atlayarak ilerleyen kurgular dediğimizde şüphesiz aklımıza hemen Quentin Tarantino ve özellikle de onun son filmi Hateful Eight geliyor. Filmin yönetmeni -daha önce Cabin the Woods ile dikkatleri çeken- Drew Goddard yetenekli bir genç sinemacı olsa da, bir Tarantino değil ne yazık ki. Evet Tarantino flashback'ler kullanıyor, ama bunun zamanlamasını çok ustaca yapıyor ve aralara da çok nefis diyaloglar serpiştiriyor. El Royale'de olayları farklı karakterlerin bakış açısıyla anlatma fikri önce ilginç geliyor. Ancak Goddard bu flashback meselesini biraz abartıyor ve zaman zaman hiç gereksizken yapılan geriye dönüşler filmin temposuna zarar verir bir hal alıyor. Örneğin tam finalde nefesimizi tutmuş ne olacak diye beklerken, perdedeki karakterlerden birinin askerlik günlerine dönmek bütün heyecanı kaçırıyor. Ve film boyunca "bu ilginç hikayeyi Quentin Tarantino  çekseydi kimbilir ne lezzetli bir şey olurdu" düşüncesi aklımızı terketmiyor.

Benim Notum: 6 / 10

16 Ekim 2018

88. Incredibles 2


Disney Pixar ortaklığının yeni ürünü Incredibles 2, tam 2004 yılındaki ilk filmin bıraktığı yerden devam ediyor. İlk filmin de yönetmeni olan Brad Bird (Ratatouille, Mission: Impossible - Ghost Protocol) "neden 14 yıllık bir ara" sorusuna "sadece devam etmiş olmak için zorlama bir iş yapmak istemedim, Parr ailesi ile ilgili iyi bir hikaye oluşmasını bekledim" diye cevap veriyormuş. İyi ki de beklemiş. Genelde devam filmleri ilk filmin seviyesini koruyamaz ama bu, ilk Incredibles'dan da daha iyi bir film. Yönetmen Brad Bird'ün animasyonlar arasında bir de Tom Cruise'lu Mission Impossible filmi çekmiş olması sürpriz değil, çünkü aksiyon sahnelerini tasarlamakta ve uygulamakta çok usta bir isim kendisi. Bir animasyon olmasına rağmen Incredibles 2'deki aksiyon sahneleri birçok animasyon olmayan aksiyon filminden daha heyecanlı, daha nefes kesici. Pixar'ın artık alıştığımız gösterişli animasyonunun ve özellikle Jack-Jack'in sürüklediği komik sahnelerin yanı sıra, besteci Michael Giacchino'nun 60'ların ajan filmlerini hatırlatan ve bol nefesli çalgılar içeren harika müziği filmin ana unsurlarından biri olup çıkıyor.  Koşuşturmacanın durduğu anlarda, aile bireyleri arasındaki dinamikleri izlemek keyifli. Ayrıca filmin "süper kahramanlık da bir şey mi, asıl zor olan iyi birer anne-baba olmak" şeklinde özetlenebilecek mesajını da beğendim. Kötü adam karakteri ilk filmdeki Sendrom'a göre biraz zayıf kalsa da, ailece keyif alarak izlenebilecek eğlenceli bir yapım.

Benim Notum: 7,5 / 10

13 Ekim 2018

87. Tully

Zaten iki küçük çocuğunun dertleriyle yeterince bunalmış olan 40'ına dayanmış orta sınıf aile annesi Marlo, yeni bir bebek daha dünyaya getirince fiziksel ve ruhsal olarak iflas etme noktasına geliyor. Önce itiraz etse de, kardeşinin ısrarıyla bir bebek bakıcısını işe almaya razı oluyor. Genç, güzel ve coşkulu dadı Tully çerçeveye girdikten sonra, Marlo'nun hayatı gözle görülür şekilde değişiyor. Bu değişimler önce olumlu yönde giderken, sonraları işler biraz raydan çıkmaya başlıyor. Charlize Theron tıpkı yıllar önce Oscar aldığı Monster filminde yaptığı gibi, bu rol için de kendini özellikle çirkinleştirmiş ve tam 20 kilo almış. Senaryo yazarı Diablo Cody ve yönetmen Jason Reitman'ı Juno ve Young Adult filmlerinden sonra yeniden bir araya getiren film, temelde postnatal depresyon (doğum sonrası depresyonu) denilen bir rahatsızlığı odak noktasına alıyor. Genç dadı Tully ile tükenmiş anne Marlo arasındaki ilişkiler önceleri ilgi çekici bir mecrada seyrediyor. Ama sonra bu ikilinin diyalogları ve eylemleri tuhaflaşmaya başlıyor ve hatta sonlara doğru "olur mu canım öyle şey" noktasına kadar geliyor. Gerçi en sondaki ifşaat ile taşlar yerine oturuyor ve bu garipliklerin nedeni anlaşılıyor (spoiler vermeyeyim), ama o noktaya gelene kadar hikayenin inandırıcılığı oldukça zedelendiği için yeniden filme bağlanmak biraz çaba istiyor.

Benim Notum: 7 / 10

10 Ekim 2018

86. Thoroughbreds


Bu aralar arka arkaya ilk filmini çeken genç yönetmenlerin sürpriz başarıları ile mest oluyorum. Michael Pearce (Beast), Bo Burnham (Eighth Grade) ve Aneesh Chaganty'den (Searching) sonra, şimdi de Cory Finley, belki diğerlerinden de parlak denebilecek bir giriş yapıyor yönetmenlik kariyerine. Aynı mahallede yaşayan, ilk bakışta birbirinden çok farklı iki çocukluk arkadaşı genç kızın karanlık bir hedef uğruna yakınlaşmalarını anlatan Thoroughbreds, nefis bir kara mizah da içeren bir gerilim filmi. Başrollerdeki Anya Taylor-Joy ve Olivia Cooke'un başarılı oyunları filmin hipnotik havasına katkıda bulunuyor.

Hikaye aslında oldukça basit, ama yönetmen Finley kamera hareketleri, kaydırmalı çekimleri ve simetri kullanımı ile filmi bambaşka bir deneyim haline getirebiliyor. Henüz 28 yaşındaki bir yönetmenin böylesine kendine güvenli, denemelere açık ama ne yaptığını bilen bir tarz tutturması gerçekten şaşırtıcı. Örneğin filmin sonlarına doğru önemli bir sahnede, kamera çerçevenin ortasındaki karaktere doğru çok yavaşça zoom yaparken, etrafta neler olduğunu görmüyoruz, ama seslerden anlayabiliyoruz. Herkesin herşeyi göstermek için can attığı bir devirde, böylesine soğukkanlı ve bilerek kendini kısıtlayan bir stili uygulayabilmek çok cesurca. Bu ismi bir yerlere yazmalı: Cory Finley. 

Benim Notum: 7,5 / 10

8 Ekim 2018

85. Venom

Özellikle Amerika'da eleştirmenler bu son Marvel çizgi-roman uyarlamasını yerin dibine batırmışlar, ama ben kötü bulmadım. Bir kere, sadece Tom Hardy'nin varlığı bile filmi suyun üzerinde tutmayı başarmış. Ayrıca gazeteci Eddie Brock (Tom Hardy) ile vücudunu ele geçiren simbiyot arasındaki dinamikleri keyifle izledim. Film sona erdiğinde bu "ikili"nin bir sonraki maceralarını görmek isteyeceğimi düşündüm. Filmin sorunları yok mu, var elbette. Öncelikle, Brock/Venom dışında neredeyse bütün karakterler  çok kötü yazılmış ve çok kötü oynanmış. Kız arkadaşı canlandıran, dört kez Oscar'a aday olmuş Michelle Williams kariyerinin dip noktası olarak bu rolünü gösterebilir. Kötü adamı canlandıran televizyon dizileri ile meşhur olmuş Riz Ahmed de sanki hala bir televizyon projesinde mesai yapıyormuşcasına ruhsuz, sıkıcı. Ayrıca senaryo da yer yer biraz aceleye getirilmiş gibi. Örneğin, uzaylı organizma Venom beş dakika önce "dünyanızı yok edeceğiz" diye dehşet saçarken, bir çay içme süresi içinde kendi türünü satıp "Save the World" şarkısı söyleyen bir meleğe başlıyor. O geçiş nasıl oldu anlayamıyoruz.

Çizgi-romanın hayranları daha karanlık bir Venom beklentisi ile sinemaların yolunu tutmuş ve perdede gördükleri bu eğlenceli, esprili karakter yüzünden hayal kırıklığı yaşamış olabilirler. Ben çizgi-roman karakterine pek aşina olmadığım için öyle bir beklentim de yoktu. Evet, filmin genel düzeyi sanki biraz 90'lardan kalmış gibi hissettirse de, ben eğlendim. Tom Hardy'nin oyunu, Brock ile Venom'ın diyalogları ve nefes kesen bir arabalı takip sahnesi de içeren başarılı aksiyonu için izlenebilecek bir yapım.

Benim Notum: 6,5 / 10

7 Ekim 2018

84. Three Identical Strangers


1980 yılında 19 yaşındaki New Yorklu Bobby üniversiteye başlıyor. Daha ilk gününde, kampüste karşılaştığı insanların kendisine gülümsediğini ve "yaz tatilin nasıl geçti" diye sorduğunu görünce, önce "buradaki insanlar ne kadar sıcak kanlıymış" diye düşünüyor. Ancak herkesin ona "Eddie" diye hitap etmesi biraz kafasını karıştırıyor. Sonradan ortaya çıkıyor ki, doğumda annesinden ayrılan ve bir aileye evlatlık olarak verilen Bobby'nin meğer Eddie adında bir ikizi varmış ve o da başka bir aileye evlatlık olarak gitmiş. Bu iki kardeşin 19 yıl sonra birbirlerini tesadüfen bulmaları tabii olay oluyor ve gazeteye haber olarak çıkıyor. Asıl büyük sürpriz, David adında başka bir gencin gazetedeki haberi görmesiyle başlıyor. Haberdeki fotoğrafa bakan David "aa bunlar ne kadar da bana benziyor"  diyor ve diğerleri ile buluşmaya gidiyor. Evet bildiniz, kardeşler ikiz değil üçüzmüş. Daha önce sadece yerel basınla kısıtlı kalan haber, iş üçüze dönüşünce tüm ülke çapında patlıyor. Üçüzler haber bültenlerine, talk show'lara çıkıyor, dergilere kapak oluyor. Önceleri bu şan şöhretin tadını çıkaran, gençliğin de etkisiyle zevküsefaya kendilerini bırakan üçüzler, daha sonra ailelerinin araya girmesiyle neden doğumda birbirlerinden ayrıldıklarını araştırmaya başlıyorlar. Ve korkunç gerçekle yüzleşiyorlar. Seyir zevkinizi bozmamak için bundan sonrasını anlatmayayım, ne kadar az bilirseniz o kadar iyi, ama filmimiz asıl bu noktadan sonra başlıyor.

Bir hafta ara ile ikinci kez (ilki "Won't You Be My Neighbor" idi) belgesel sinemanın karşı konulmaz lezzetini yaşıyorum. İngiliz belgesel yönetmeni Tim Wardle kişiliğimizi oluşturan faktörler üzerine etkileyici bir yapıma imza atmış. Üçüzlerin inanılması zor ama gerçek hayat öykülerini aktarırken, etkili araştırmacı gazetecilik yeteneğini güçlü bir hikaye anlatma becerisi ile birleştirmiş. İlk dakikaları haber bültenlerinin sonlarında verilen "ilginç haberlerle dünya turu" tadında ilerleyen film, yavaş yavaş bol katmanlı bir psikolojik gerilime dönüşüyor. En sonda ise üçüzlerin üzücü hikayesi yüreğimizi burkarken, sevgi dolu bir ailede yetişmenin, duyarlı birer anne-baba olmanın müthiş önemini daha derinden anlıyoruz. İşte o anlarda Türkan Şoray'ın "sevgi neydi, sevgi emekti" sözleri kulaklarımızda çınlıyor.

Benim Notum: 7,5 / 10

  


4 Ekim 2018

83. Eighth Grade

Eighth Grade, içine kapanık orta son sınıf öğrencisi Kayla'nın okuldaki son iki haftasını anlatıyor. Daha önce televizyon dizilerinde aktör olarak tanıdığımız Bo Burnham, bu ilk yönetmenlik denemesinde günümüzün telefon ekranına yapışık yaşayan ergen kuşağını büyük bir gerçeklik ve dürüstlükle perdeye taşımış. Yalnız "sekizinci sınıfı anlatıyormuş" deyince, sakın bunun tatlı bir gençlik komedisi olduğunu filan düşünmeyin (14 yaşındaki kızınızla beraber oturup izlemenizi de pek tavsiye etmem). Sosyal anksiyete problemine sahip, çevresiyle iletişim kurmakta zorluk çeken Kayla'nın, etrafındaki dünyaya adapte olma çabalarını izlerken çoğu zaman bir korku filmi izler gibi kendimi kastığımı farkettim. Teknoloji gelişse de, hayatın bu en çalkantılı dönemindeki zorluklar değişmiyor. Hatta günümüzdeki bu sosyal medya bağımlılığı bence içe kapanıklığı ve kendine güvensizliği daha da arttırıyor. Canlandırdığı karakter ile aynı yaştaki Elsie Fisher'ın ağzı açık bırakan bir performansla hayat verdiği Kayla'yı gördüğünüzde, "evet ben bu çocuğu tanıyorum" diyeceğiniz kesin. Çünkü çekirdek ailenizde olmasa bile yakın çevrenizde, bugünde olmasa bile geçmişte bir yerlerde eminim en az bir adet Kayla var.

Benim Notum: 7 / 10

3 Ekim 2018

82. Searching

16 yaşındaki kızının bir gece kayıplara karışmasının ardından, çaresiz bir baba onu bulabilmek için kızının bilgisayarında ipuçları aramaya başlıyor. Aneesh Chaganty bu ilk filminde, çok ilginç ve deneysel denebilecek bir anlatım tekniği kullanıyor. Hikayenin tamamı bir bilgisayar ekranı üzerinden seyirciye aktarılıyor. Windows95'in hatıralarımızda tatlı bir yer işgal eden o yeşil tepeli masaüstü görüntüsü ile başlayan film, sohbet programları, Facetime görüşmeleri, YouTube videoları ve çeşitli sosyal medya ekranları ile devam ediyor. Açılıştaki Up filmini hatırlatan 10 dakikalık montaj, bir yandan bize ailenin geçmişini özetlerken, bir yandan da internetin son 15 yıldaki gelişimini bir belgesel gibi önümüze koyuyor. Kızın kaybolmasından sonra ise, hikaye bir polisiye gerilime dönüşüyor. Öte yandan, ilk başta sevimli gelen bu herşeyi bilgisayar ekranından anlatma numarası, bir süre sonra hikayeyi baskılayan ve sanki sinema lezzetini kısıtlayan bir dezavantaja dönüşüyor. İnsan bir süre sonra şöyle normal sinema filmi gibi çekilmiş, kameraların özgürce dolaşabildiği çekimler görmek istiyor. Bir kısa filmde çok daha etkili olabilecek bu anlatım tekniği 1 saat 45 dakikalık bir uzun metraj filmde giderek orjinalliğini yitiriyor.

Benim Notum: 7 / 10

2 Ekim 2018

81. BlacKkKlansman



Spike Lee'nin yönettiği BlacKkKlansman 1970'lerde geçen inanılması güç gerçek bir olayı anlatıyor. Colorado Springs şehrinin ilk siyahi polis memuru Ron Stallworth ırkçı Ku Klux Klan örgütünün içine sızmayı başarıyor ve üstelik de organizasyon içerisinde epey yükseliyor. Elbette işin içinde küçük bir bit yeniği var: Örgütle ilk teması bir telefon görüşmesi vesilesiyle kuran Ron, daha sonra örgütün ileri gelenleri ile sohbetlerini de hep telefon hattı üzerinden yürütüyor, yani yüzünü hiç göstermiyor. Toplantılara gidilmesi gerektiğinde ise beyaz polis arkadaşı Flip onun yerine geçiyor.

Irkçılığa karşı oldukça militan tavrıyla bilinen Spike Lee bu filmde farklı tonlar arasında mükemmel bir denge tutturmayı başarıyor. Film içerdiği mizah duygusuyla birçok sahnede güldürmeyi başarırken, ırkçılık, bağnazlık ve adaletsizlik üzerine gayet vurucu mesajlar vermekten ve izleyicisini sarsmaktan da kaçınmıyor. Anlatılan olaylar 40 yıl önce gerçekleşmiş olsa da, film boyunca yapılan göndermeler (özellikle de kimi üstü kapalı, kimi gayet açık Trump referansları) günümüz Amerikasında da pek bir şeyin değişmediğini ortaya koyuyor. Sondaki Charlottesville görüntüleri ise sinema salonunu duygularımız kabarmış bir şekilde terketmemize sebep oluyor.

Başrollerde John David Washington (evet Denzel'in oğlu) babasından doğru genleri aldığını gösterirken, sevgili Kylo Ren'imiz Adam Driver Star Wars'dan arta kalan zamanlarında zor rolleri üstlenmeye devam ediyor. Filmin Terence Blanchard tarafından bestelenen müziği de harika. Spike Lee'nin yıllar sonra formuna geri dönüşünü müjdeleyen BlacKkKlansman bu seneki Oscar'larda epey adından söz ettirecek bir yapım. Kaçırmayın.

Benim Notum: 8 / 10

30 Eylül 2018

80. Won't You Be My Neighbor


Hay Allah, bir belgesel seyrederken bu kadar ağlayacağımı hiç düşünmezdim. Won't You Be My Neighbor, Amerika'da 1968'den 2003'e kadar tam 35 yıl boyunca televizyonda bir çocuk programının sunuculuğunu yapan Fred Rogers'ın hayatını ve daha önemlisi onun hayata bakışını anlatıyor. Filmi izlemeden önce yüksek puanlarını görüp "Amerika'da bu adamı izleyerek büyüyen nesillere bu film nostaljik duygular yaşattı herhalde, bizde etkisi aynı olmaz" diye düşünmüştüm. Ama hayır, bu çok evrensel mesajlar içeren, daha önce hayatında Fred Rogers'ı hiç görmemiş olanları da etkileyebilecek bir yapım.  

Fred Rogers'ı diğer programcılarından ayıran özelliği, çocuklara asla tepeden bakmaması. O her çocuğun özel olduğunu düşünüyor ve bu gerçeği konuştuğu çocuklara da hissettiriyor. "Çocuklar duygularını büyükler gibi ifade edemiyor olabilir, ama bu çocukların duyguları olmadığı anlamına gelmez" diyor ve ekliyor "bir çocuğun duyguları, en az yetişkinlerinki kadar önemlidir". Programlarında çocuklara hayatla ya da dünyadaki güncel olaylarla ilgili mesajlar verirken bunu vaaz verir gibi yapmıyor (vaaz demişken, kendisi de aslında bir rahip). Eline geçirdiği bir çorap kuklayı konuşturarak, bazen son derece ciddi konuları çocukların anlayacağı şekilde aktarabiliyor. Örneğin Kennedy suikastının olduğu gün, programında suikast kelimesinin anlamını anlatıyor. Başka programlarda bu kavramlara boşanma, savaş, ölüm gibi çocuklara anlatması zor konular da ekleniyor. 

Daha önce Twenty Feet from Stardom ile Oscar almış Morgan Neville'in yönettiği belgeselde, "aman Fred amca ne kadar iyi insandı" şeklinde yüzeysel bir yaklaşım yok. Film ilerledikçe Fred Rogers'ın karakterinin derinliklerine de iniyoruz. Onun da hepimiz gibi zayıflıkları, başarısızlıkları (örneğin 70'lerde yetişkinler için yaptığı programlar fiyaskoyla sonuçlanıyor),  korkuları, endişeleri olduğunu görüyoruz. Ve öğreniyoruz ki o elinde tutup konuşturduğu çorap kukla (kaplan Daniel) aslında bizzat kendisidir.

Bu filme verdiğim çok yüksek puanı yadırgayanlar olacaktır. Kötülüğün, hoşgörüsüzlüğün, kabadayılığın giderek daha çok üstümüze kabus gibi çöktüğü bir dünyada bu tür ilham verici, gerçek yaşam hikayelerinin çok önemli bir misyon üstlendiğine ve seyredenleri aktif bir şekilde daha iyi bir insan olmaya yönlendirdiğine inanıyorum. Bu da az şey mi? İyiliğin, alçakgönüllülüğün ve sadeliğin zaferini izlemek inanın size iyi gelecek. 

Benim Notum: 8,5 / 10

27 Eylül 2018

79. The Predator

IMDB ve Rotten Tomatoes'daki düşük puanları görünce, The Predator'ı ilk gösterime girdiği hafta pas geçmiştim. Bu hafta sinemalarda başka izleyecek film olmayınca, ayaklarımı sürüyerek de olsa bir şans vereyim dedim. Bir kere en baştan şunu söyleyeyim, hiç de RT'deki %34'lük skoru hak edecek kadar kötü bir film değil bu yeni nesil Predator. Hatta filmin ilk üçte ikilik bölümünde epey eğlendim. Artık beklentileri düşük tutup gittiğimden midir bilmiyorum. Kendisi de 1987 yapımı orjinal Predator'da bizzat oyuncu olarak görev alan, son yıllarda ise Iron Man 3 ve The Nice Guys gibi kalburüstü yapımların yönetmeni olarak parlayan Shane Black, bu devam filminin içi boş, zeka seviyesi düşük bir aksiyon olmaması için elinden geleni yapmış. 107 dakikalık film 75'inci dakika civarlarına kadar merak uyandırıcı bir senaryo, çok iyi çekilmiş aksiyon sahneleri ve zeka pırıltısı taşıyan esprilerle devam ediyor (özellikle bir karakterin Predator için "Whoopi Goldberg'in uzaylı hali" demesine hala gülüyorum). Son üçte birlik dilimde ise Shane Black sanki "buraya kadar iyi getirdik de, bundan sonrasını nasıl bağlasak acaba" diye kafasını kaşıyor ve doğru düzgün bir çözüm de bulamıyor. Bir de bu maço askerlerden oluşan ekibin her ortamda bir espri yapma merakı bir süre sonra aşırıya kaçmaya başlıyor ve öyküyü basitleştiriyor.

Benim Notum: 6,5 / 10       

25 Eylül 2018

78. A Simple Favor

New York'un bir banliyö mahallesinde oğlunu tek başına büyüten "okul annesi" Stephanie (Anna Kendrick), çocuğu aynı okula giden ve bir moda şirketinde çalışan alımlı ve havalı Emily (Blake Lively) ile tanışıyor. İki kadın birbirlerinden çok farklı karakterlere ve hikayelere sahip olsalar da, zıt kutuplar birbirini çekiyor ve kısa sürede arkadaş oluyorlar. Bir gün Emily Stephanie'den "küçük bir rica"da bulunuyor ve oğlunu okuldan almasını istiyor. Çocuğu okuldan alıp kendi evine götüren Stephanie, Emily'nin gelmesini bekliyor. Ancak bir gün geçiyor, iki gün geçiyor, beş gün geçiyor, Emily gelmiyor. Stephanie ortadan kaybolan bu gizemli kadını aramaya karar veriyor. Araştırdıkça da Emily'nin geçmişi ile ilgili birçok sır ortaya çıkmaya başlıyor. "Bridesmaids" ile tanınan Paul Feig'in yönettiği A Simple Favor, Darcey Bell'in aynı adlı romanından uyarlanmış bir suç komedisi. Olay kurgusu hemen David Fincher'ın Gone Girl'ünü akla getirse de, bu hikaye Gone Girl kadar karanlık değil. Paul Feig, daha önceki tecrübelerinden gelen mizahi duygusunu bu polisiye hikayeye ustalıkla yerleştirmeyi becermiş. Bizim sinema yazarları filmi pek beğenmemiş, ama ben ilginç buldum. Sürprizlerle ilerleyen öyküsü ve özellikle de Anna Kendrick ve Blake Lively'nin perdeyi dolduran oyunları filmi tavsiye edilir kılmaya yeterli. 1960'ların Fransızca pop şarkılarıyla dolu soundtrack ise filmi benim gözümde daha da sempatik hale getirdi.

Benim Notum: 7 / 10

24 Eylül 2018

77. The Equalizer 2

Yaşlanıp köşesine çekilmiş eski CIA ajanı Robert McCall adalet dağıtmaya devam ediyor. Dört yıl önceki ilk filmde olduğu gibi yine yönetmen Antoine Fuqua ile Denzel Washington'ı bir araya getiren The Equalizer 2, ilk filmdekine benzer bir hikaye kurgusu ile ilerliyor. Denzel yine kötü adamlarla dolu bir odaya girip bol bol kemik kırıyor ve 30 saniyede hepsini haşat ediyor. Filmin, yakın bir arkadaşının bir cinayete kurban gitmesi ve McCall'un katilin kim olduğunu bulmaya çalışmasını içeren bir ana öyküsü var. Ancak bir de, "kimsesizlerin kimsesi" adalet dağıtıcımızın sıradan insanlara yardım ettiği birçok yan öykü ve yan karakter senaryoya eklenmiş. Bunun nedeni ana öykünün çok zayıf olması muhtemelen. Örneğin komşusu genç ressam Miles ile ilgili yan hikaye, klişelerle dolu ana öyküden çok daha ilginç bence. Ancak sonuçta bu olay ve karakter enflasyonu dikkat dağıtıcı bir işlev görüyor ve uzunca bir süre filmin nereye gittiği pek anlaşılamıyor. Ancak yine de filmi izlemeye değer kılan bir faktör varsa, o da hiç şüphesiz Denzel Washington. Usta aktör göründüğü her sahnede, söylediği her replikte dikkatleri üstüne çekmeyi başarıyor ve o olmasa vasatı aşamayacak bir filmi bir kademe üste taşımayı başarıyor.   

Benim Notum: 6,5 / 10

21 Eylül 2018

76. Beast

Birleşik Krallık'a bağlı Jersey adasında, otoriter bir anne ve Alzheimer hastası bir baba ile yaşayan 27 yaşındaki Moll, adada kaçak avcılık yapan ve biraz yabani görünümlü Pascal adlı bir gençle bir ilişki yaşamaya başlıyor. Adada genç kızları hedef alan seri cinayetler sonrasında tüm şüpheler bu uyumsuz ve üstelik de sabıkalı adam Pascal üzerine yoğunlaşıyor. Kendi geçmişinde de bazı şiddet içeren travmalar barındıran ve psikolojik problemleri olan Moll sevgilisini korumak için yalancı şahitlik yapıyor. Ve biz seyirciler de tüm film boyunca "acaba gerçek katil kim" sorusuyla başbaşa kalıyoruz. İlk uzun metraj filmini çeken İngiliz yönetmen Michael Pearce bizi bir polisiye gerilimin meraklı koridorlarında dolaştırırken, aslında detaya inildiğinde etkileyici bir karakter analizi sunuyor. Aynı zamanda senaryoyu da kaleme alan Pearce, filmin adının çağrıştırdığı gibi, insanoğlunun içindeki "canavar"ların izini sürerken, kurban sanılanın nasıl saldırgan (ya da tam tersi) olabileceğini gösteriyor. İyi bir kimya yakalamayı başaran İrlandalı aktris Jessie Buckley ve Güney Afrikalı aktör Johnny Flynn'e, anne rolünde usta İngiliz oyuncu Geraldine James eşlik ediyor.

Benim Notum: 7 / 10

17 Eylül 2018

75. Lean on Pete


Annesini yıllardır görmeyen ve alkolik babası ile birlikte yaşayan 15 yaşındaki Charley yaz aylarında boş zamanını değerlendirmek üzere, artık yaşlanmış ve çaptan düşmüş Lean on Pete adlı bir yarış atının bakıcılığını üstleniyor. Şimdi bu kısa girişi okuyunca bunun toz pembe hikayeli bir Disney filmi olduğunu, söz konusu yarış atının Charley ile birlikte zaferlere koşacağını filan düşünebilirsiniz. Ama bu asla öyle laylaylom bir film değil. Bu, 15 yaşında dünyada yapayalnız kalmanın nasıl bir şey olduğunu son derece cilasız, gerçekçi bir dille anlatan oldukça kasvetli ve ciddi bir film. 

Üç yıl önce Charlotte Rampling'i Oscar adaylığına taşıyan 45 Years'ın yönetmeni Andrew Haigh yine çok dokunaklı bir insan hikayesi anlatmış. Bu filmdeki performansıyla son Venedik Film Festivalinde Gelecek Vaad Eden Oyuncu Ödülünü alan Charlie Plummer (meşhur Christopher Plummer ile bir akrabalığı yok) kolayca melodrama kayabilecek bir rolde unutulmaz bir oyunculuk sergilemiş. Filmin neredeyse her karesinde görünen genç aktörün nüanslı performansı öylesine inandırıcı ki, bir süre sonra Charley karakterini çok iyi tanıdığımızı düşünüyoruz; herhangi bir monolog ya da dış ses olmadan da Charley'nin bazı şeyleri neden yaptığını anlayabiliyoruz. Ülkemizde ne yazık ki gösterime girmeyen bu etkileyici Andrew Haigh filmi, senenin gizli mücevherlerinden.

Benim Notum: 8 / 10   


15 Eylül 2018

74. The Meg

Bundan tam 43 yıl önce çekilen ve yine bir dev köpekbalığını anlatan bir filmin bu filmden çok daha heyecanlı, çok daha gerilimli ve çok daha ilginç olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Steven Spielberg klasiği Jaws'dan bahsediyorum elbette. Demek ki herşey teknolojiyle, bütçeyle olmuyor. Biraz yaratıcılık, birazcık kıvrak zeka gerekiyor. Kariyeri "eh işte" dedirtecek filmlerle dolu Jon Turteltaub (National Treasure, Phenomenon, RocketMan) bu yaratıcılık tılsımından yoksun bir yönetmen ne yazık ki. The Meg kendini ciddiye almayan bir film olsa ve son yıllarda moda olan Sharknado tarzı absürdlüğün dibine vuran köpekbalığı filmlerine benzese yine hoş göreceğim; ama kendini ciddiye alıyor. Bir araştırma ekibinin dünyanın en derin çukuru olan Mariana Çukuru'nda araştırma yaparken Megalodon denilen ve nesli tükendi sanılan dinozorlar çağına ait dev bir köpekbalığı ile karşılaşmalarını anlatan hikaye bu tür aksiyon filmlerinin tüm klişelerini ardı ardına sıralıyor. Araştırma ekibinde geveze zenci, gözlüklü şişman bilim adamı, ukala zengin yatırımcı gibi bütün klişe karakterler mevcut. Kadrodaki en iyi oyuncunun 8 yaşındaki küçük Çinli oyuncu Shuya Sophia Cai olması ise filmdeki oyunculuk performansı hakkında bir fikir verecektir. 

Benim Notum: 5 / 10

12 Eylül 2018

73. Alpha

Tarih öncesi çağlarda geçen bir insan-hayvan dostluğu hikayesi. Bir bizon avı sırasında kaza geçirip kabilesinden ayrı düşen genç Keda, evinin yolunu bulmaya çalışırken bir yandan da yolda karşılaştığı bir yaralı kurtu iyileştirip onu sahipleniyor. Filmin afişindeki iddiaya göre, hikaye insanoğlunun tarihte evcil hayvan edinmesinin başlangıcını anlatıyormuş. Üç sene önce izlediğimiz Leonardo DiCaprio'lu The Revenant'ın çok daha yumuşatılmış hali diyebileceğimiz bu hayatta kalma mücadelesi bir televizyon filminin kalıplarını takip ediyor. Görsel anlamda tatmin edici olsa da, o geniş ekran kadrajları özellikle IMAX perdesinde nefes kesici dursa da, filmin sunduğu hikaye son derece tahmin edilebilir ve yavan. Belki çocuklara ilginç gelebilir. Bir vahşi kurtun hemen iki haftada evcilleşebileceğini düşünenlere ise 2011 yapımı Liam Neeson'ın oynadığı The Grey'e bir göz atmalarını tavsiye ederim.

Benim Notum: 5,5 / 10

8 Eylül 2018

72. A Prayer Before Dawn

Tayland'da uyuşturucu satıcılığından yakalanan ve ülkenin en berbat hapishanelerinden birine atılan bir İngiliz boksörün gerçek hikayesi. Bir zamanlar benzer bir konuyla bizim gündemimizi epey meşgul eden meşhur Midnight Express filminin Tayland versiyonu diyebileceğimiz hikayede, insanların tıkış tıkış koğuşlara doldurulduğu, tecavüzden cinayete, uyuşturucudan işkenceye her türlü rezilliğin yaşandığı bir kabus ortamını tanıyoruz önce. Bu bölümlerde Tayca diyaloglar özellikle çevrilmemiş; böylece biz de İngiliz gencin "yabancılığını" daha iyi hissediyor, onunla birlikte etrafta ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Fransız yönetmen Jean-Stéphane Sauvaire'in sürekli ana karakterin yanıbaşında dolaşan el kamerası sayesinde, bu korkunç cehennemi sanki oradaymış gibi yaşıyoruz. Bu kabusla önceleri baş edemeyen ve intiharın eşiğinden dönen Billy Moore, çıkış yolunu boksta buluyor. Ama sakın bunun bir Rocky masalı ya da bir Prison Break macerası olduğunu düşünmeyin. Öyle yavaş çekim dövüş sahneleri, stilize bir aksiyon filan yok bu hikayede. Alabildiğine gerçekçi ve sert bir film A Prayer Before Dawn. İzlerken pek keyif alacağınızı söyleyemem ama aklınıza yerleşeceği kesin. Gerçekçi demişken film gerçekten Tayland'daki bir hapishanede ve gerçek eski mahkumlarla çekilmiş. Tabii Tayland'daki yetkililer bu filmin çekilmesine nasıl izin vermişler, şaşırmadım da değil. Bu filmi izledikten sonra bırakın Tayland'a turist olarak gitmeyi, üzerinden uçakla bile geçmeyi düşünmem çünkü.

Benim Notum: 7 / 10  

31 Ağustos 2018

71. Upgrade


Yakın gelecekte geçen hikayemizde, teknoloji yaşamın tüm yönlerini kontrol eder hale gelmiş. Teknolojiden pek hazzetmeyen sıradan vatandaşımız Grey hayatını eski model arabaları tamir ederek kazanıyor. Eşinin ölümüne neden olan bir silahlı saldırı sonrasında, onun da boynundan aşağısı felçli hale geliyor. Eşinin katillerini bulabilmek amacıyla deneysel bir tedaviyi kabul eden Grey'in omuriliğine STEM adı verilen bir chip yerleştiriliyor. Beyninden vücuduna giden tüm sinyalleri kontrol eden STEM onu sadece ayağa kaldırmakla kalmıyor, bir süper insan haline getiriyor. 

Avustralyalı Leigh Whannell kısıtlı bütçeleri çok verimli kullanmasıyla bilinen bir sinemacı. Yıllar önce kankası James Wan ile çektikleri, ve artık bir kült haline gelen, ilk Saw (Testere) filmi sadece 1 milyon dolara mal olup, 100 milyon dolar hasılat elde etmişti. Şimdi Upgrade için de 5 milyon dolar gibi oldukça mütevazı bir bütçe kullanılmış. Ama filmin hiçbir karesinde bütçe yetersiz kalmış gibi bir izlenim edinmiyoruz. Upgrade ilginç bir konsepte sahip, sıkı bir bilim-kurgu aksiyonu. Leigh Whannel dövüş sahnelerinde kamerayı Grey'in bedenine sabitleyerek nefes kesen sekanslar elde etmiş. Özellikle STEM'in ilk kez sazı ele aldığı, yani Grey'in vücudunu kontrol etmeye başladığı, çete üyesinin evindeki bıçaklı kapışma sahnesinde sesli bir şekilde "vay" dedim. O sahneden itibaren film vites yükseltiyor, turbo moduna geçiyor ve bir daha da ayağını gazdan kesmiyor.

Tom Hardy'ye olan aşırı benzerliği nedeniyle hakkında "yan sanayi Tom Hardy" esprisi yapılan başroldeki Logan Marshall-Green gayet başarılı. Özellikle STEM'in vücudunun kontrolünü ele aldığı sahnelerde, bir yandan kötü adamları patada kütede harcarken bir yandan suratındaki "ben neler yapıyorum Allahım" ifadesi görmelere değer. Sondaki sürprizli final takıntısı ise bence filmin hikaye akışına zarar veriyor. O finalden sonra geriye dönerek olup bitenleri düşündüğünüzde bazı mantıksızlıklar bulmak pekala mümkün. Yine de bilim-kurgu sevenleri tatmin edecek, sürükleyici bir aksiyon filmi Upgrade.

Benim Notum: 7,5 / 10

22 Ağustos 2018

70. First Reformed


New York'taki First Reformed adlı küçük bir kilisenin rahibi Ernst Toller, dünyanın geleceği ile ilgili kaygılar duyan genç bir çevreci aktivist ve onun hamile eşine yardımcı olmaya çalışıyor. Ancak kendi geçmişinde de kişisel bazı trajediler ve pişmanlıklar barındıran, alkol bağımlısı bu din adamı, aileyi daha yakından tanıdıkça, dini öğretilerle ve özellikle  de kilise hiyerarşisi ile ters düşmeye başlıyor ve şiddete yöneliyor. Son üç filminin IMDb notu 4,6 - 4,4 ve 3,8 olan bir yönetmenden bu kadar kişilikli, bu kadar özgün bir yapım kimse beklemezdi herhalde. Oysa ki bahse konu isim Paul Schrader. Son dönemlerde bir form düşüklüğü yaşasa da o aslında 35-40 yıl önce Taxi Driver ve Raging Bull gibi klasikleri yazmış önemli bir sinemacı. Zaten bu filmdeki rahip de şaşılacak derecede Taxi Driver'da Robert DeNiro'nun canlandırdığı Travis Bickle karakterine benziyor. Onun gibi geceleri uyuyamıyor, onun gibi günlük tutuyor, vesaire.

En başından beri iyi bir aktör olan Ethan Hawke, son yıllarda iyice geliştirdiği çizgisini rahip Toller rolünde zirveye çıkarıyor ve bence kariyerinin en iyi oyununu ortaya koyuyor. Paul Schrader'ın filmi, siyah-beyaza yakın renk paletiyle, minimal müzik kullanımıyla, görüntüdeki 4'e 3'lük sıradışı en-boy oranıyla stil olarak 60'lı yılların Avrupa sinemasını, özellikle de Ingmar Bergman filmlerini hatırlatıyor. Zaten Schrader da Bergman'a olan hayranlığını gizlemeyen bir sinema adamı. Uzun sessizlikleri, boş mekanların kullanımı ve neredeyse bir ayini andıran temposuyla First Reformed'un herkese hitap etmeyeceğini söylemek bilmişlik olmaz. Gerçek sinemanın lezzetini almak isteyenler ise bu inanç masalının tuhaf gizemlerini ve güzelliklerini keşfetmekten memnun kalacaklardır. 

Benim Notum: 7,5 / 10


14 Ağustos 2018

69. The Tree of Life

Yaz sezonunda sinemalarda doğru dürüst film olmayınca, evde geçmiş senelerden kalan eksiklerimi kapatıyorum. Criticker.com sitesinde "2010'lu yılların en popüler 100 filmi" listesindeki filmlerin 99'unu gördüğümü fark edince, görmediğim tek filmi de temizleyip tulum çıkarmak şart oldu.

Terrence Malick çok kendine özgü bir yönetmen. Ortalama beş yılda bir film çekiyor ve çekti mi de bütün Hollywood yıldızları onun filminde oynamak için sıraya giriyor. 2011 yapımı The Tree of Life'da da Brad Pitt, Sean Penn ve Jessica Chastain gibi A sınıfı yıldızlar bir araya gelmiş. Ancak "Brad Pitt ve Sean Penn varmış, mutlaka izleyelim kız" diye ekran başına geçenler, eminim küçük bir şok yaşamışlardır. Çünkü bu son derece kişisel, had safhada içe dönük bir film. Her ne kadar o yıl Cannes'da Altın Palmiye ödülü almış olsa da, hatırlıyorum, film gerek eleştirmenleri gerekse seyirciyi ikiye bölmüştü. "Yılın en iyi filmi" diyenler de oldu, "nefret ettim" diyenler de. Ben biraz ortalarda bir yerdeyim.

Filmin konusunu anlatmak zor ama bir deneyeyim: Orta yaş bunalımı geçirmekte olan, hali vakti yerinde bir iş adamı Jack (Sean Penn) sık sık çocukluğuna geri dönüyor ve 50'li yıllarda Teksas'ın bir kasabasında babası (Brad Pitt) annesi (Jessica Chastain) ve iki erkek kardeşi ile geçirdikleri günleri hatırlıyor. Ailenin yaşadığı büyük bir trajedi sonrasında hem küçük Jack hem de özellikle anne Tanrı'yı, doğayı ve hayatı sorgulamaya başlıyor. İşte bu noktada Terrence Malick "en başta bir toz bulutu vardı" diyor ve bize resmen evrenin doğuşunu gösteriyor. Yanlışlıkla National Geographic kanalına geçtiğimizi düşündüğümüz o 20 dakika boyunca, uzayı, okyanusları, ormanları, şelaleleri ve dinozorları (evet evet dinozorları) izliyoruz. Sonrasında film Jack'in babasıyla ilişkilerine dair kısa kısa kliplerden oluşan bir montaj şeklinde devam ediyor.

Şimdi böyle makaraya alınca filmi sevmeyenler arasında olduğum düşünülebilir. Aslında tuhaf bir şekilde sevdim. Bir kere Terrence Malick görsel yönü çok kuvvetli bir sinemacı. Filmi izledikten sonra o muhteşem görüntüler ve müzikler uzunca bir süre aklınızdan çıkmıyor, neden olduğunu bilmeden etkileniyorsunuz. Bir operadan ya da çok güzel resimlerle dolu bir sanat galerisinden çıkmış gibi hissediyorsunuz. Beynimizin sağ tarafını bol bol çalıştırmamızı sağlayan, mantığımızdan ziyade sezgilerimize seslenen bir sanat eseri The Tree of Life. 

Benim Notum: 7 / 10   

11 Ağustos 2018

68. Blockers

Yıllar önce pek meşhur olan ve bir seriye dönüşen American Pie filmindeki hikayenin kızlar versiyonu. American Pie'da dört lise öğrencisi oğlan mezuniyet gecesinde ne yapıp edip bekaretlerini kaybetmek üzere bir anlaşma yapıyorlardı. Bu kez aynı hedef için anlaşan üç kız ve gece boyunca kızlarının peşlerinde koşturup onları engellemeye çalışan ebeveynlerinin hikayesini izliyoruz. Yönetmen koltuğunda daha önce Pitch Perfect filmlerinin senaryo yazarı olarak tanıdığımız ve ilk filmini çeken kadın yönetmen Kay Cannon oturuyor. Amerikalıların nedense pek sevdikleri bol dumanlı, penisli, kusmuklu, edepsiz komedi tarzının bu yeni örneği Amerika'da 60 milyon dolarlık bir gişe hasılatı elde etti. Bana çok hitap eden bir tarz değil, ama American Pie filmlerini sevdiyseniz, bunu da seversiniz.

Benim Notum: 5,5 / 10  

10 Ağustos 2018

67. Detroit

Kathryn Bigelow, The Hurt Locker ve Zero Dark Thirty'den sonra, "Amerikan tarihinden gerçek olaylar üçlemesi" diyebileceğimiz seriyi Detroit ile tamamlıyor. Bu kez 1967 yılında Detroit'teki zenci ayaklanmasına çeviriyor kamerasını. Ancak ayaklanmanın gidişatı ile ilgili geniş bir perspektif vermek yerine, sokak olaylarını bir dekor olarak kullanıp, bir otelde geçen tek bir geceyi odağına alıyor. Bir ihbar üzerine Algiers Motel'e baskın düzenleyen bir grup ırkçı polis, burada gözaltına aldıkları siyahi gençlere (ve onlarla beraber olan iki beyaz kıza) hem fiziksel hem psikolojik akıl almaz bir şiddet uyguluyorlar. Kathryn Bigelow'un detaylara hakimiyeti ve seyirciyi olayların tam ortasına yerleştiren tarzı bu filmde de kendini gösteriyor. Sanki olayın kurbanları ile birlikte biz de o geceyi Algiers Motel'de geçiriyoruz ve dehşeti iliklerimize kadar hissediyoruz. Gerçekten de, filmin özellikle ortadaki bir saatlik bölümü, sanki bir politik drama değil de bir korku filmi izlemişiz gibi bir etki bırakıyor üzerimizde. Bu gerilim bittikten sonraki mahkeme süreciyle de Amerikan hukuk sisteminin iki yüzlülüğünü net bir şekilde ortaya koyan, ahlaki sorgulamalara açık bir final yapılıyor. John Boyega, Anthony Mackie, Algee Smith ve kötü polisi canlandıran Will Poulter'ın oyunculukları gayet başarılı.


Benim Notum: 7 / 10

5 Ağustos 2018

66. Loving Pablo

Netflix dizisi "Narcos" sayesinde iyice popüler olan Kolombiyalı uyuşturucu baronu Pablo Escobar'ın hayatını, bu kez gazeteci sevgilisi Virginia Vallejo'nun gözünden anlatan bir film. İspanyol yönetmen Fernando León de Aranoa'nın yönettiği filmde İspanyol sinemasının kral ve kraliçesi (ve gerçek hayatta da evli olan) Javier Bardem ve Penelope Cruz başrolleri paylaşıyorlar. Elbette, Narcos gibi üç sezon ve 30 bölüme yayılan bir dizide Escobar'ın hayatı ile ilgili birçok detay derinlemesine irdelenebilirken, iki saatlik bir sinema filmine herşeyi sıkıştırmaya kalkışınca, ortaya yüzeysel bir kolaj çıkıyor. Ancak yine de, Cruz ve Bardem ışıltılarıyla filmi izlenir hale getiriyorlar. Özellikle diziyi izlememiş olan ve yirminci yüzyılın bu efsane suç figürünün hayatını, sınır tanımaz hırsının ulaştığı devasa gücü ve devletle giriştiği büyük savaşı ilk kez görecekler için ilginç olabilecek bir hikaye.

Benin Notum: 7 / 10

4 Ağustos 2018

65. Unsane


Birileri tarafından takip edildiğini düşünen ve bunu bir paranoya haline getiren genç bir kadın, sadece destek almak üzere bir psikiyatri kliniğine başvuruyor. Görüşme sonrasında kendi isteği dışında hastaneye yatırılıyor ve bir tür hapis hayatı yaşamaya başlıyor. Üstelik de o hastanede en büyük korkusuyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Tüm bunlar kadının gözünden anlatıldığı için, biz seyirciler acaba kadın gerçekten deli mi yoksa bir komplonun kurbanı mı diye düşünmeye başlıyoruz. 

Steven Soderbergh deneyler yapmayı seven bir yönetmen. Bu kez de, bu filmi tamamen bir iPhone 7 Plus telefon ile çekmiş. İlk başta sadece bir pazarlama numarası gibi görünen bu çekim tekniği, aslında filmin klostrofobik ve tekinsiz havasına katkı sağlamış. Büyük kameraların giremeyeceği köşelere bir iPhone rahatlıkla sığdırıldığı için, film boyunca değişik kamera açıları yakalanmış. Bu da filmin ana teması olan bir başkası tarafından gözlenme duygusunu pekiştirmiş. Crown dizisi ile parlayan Claire Foy, aldığı ödülleri hak ettiğini gösteriyor.

Benim Notum: 7,5 / 10

31 Temmuz 2018

64. Mission: Impossible - Fallout


Tıpkı Fast&Furious serisinin Rio'da geçen beşinci filmle (Fast Five) yeniden hayat bulması gibi, artık altıncı bölüme ulaşan Mission: Impossible filmleri de Christopher McQuarrie yönetimindeki Fallout ile beklenmedik bir zirve yapıyor. Aslına bakarsanız filmin hikayesinde çok orjinal ya da daha önce görmediğimiz bir şey yok, ama özellikle aksiyon sahnelerinin icrasındaki teknik mükemmellik öylesine göz kamaştırıcı ki, hikayedeki klişeler çok gözünüze batmıyor. Son yıllarda sinemalarımızı işgal eden bol bilgisayar efektli, bol yeşil perdeli filmlerden sonra Fallout'taki CGI'dan mümkün mertebe arındırılmış eski usül aksiyon ilaç gibi geliyor. Elbette bu gerçeklik duygusunda Tom Cruise'un birçok tehlikeli sahnede dublör kullanmadan bizzat oynaması büyük katkı sağlıyor. Artık 56 yaşına gelmiş bu Hollywood süperstarı, film boyunca uçaklardan atlıyor, Paris caddelerinde ters istikamette motosiklet kullanıyor, Londra'da binaların çatılarında koşturuyor (bu arada çatıdan çatıya atlarken gerçekten ayağını kırıyor), sarp bir yamaçtan tırmanıyor ve vadiler arasında inip çıkan bir helikoptere pilotluk yapıyor. Ünlü aktör, bunca yıldır süregelen başarısının boşa olmadığını bir kez daha kanıtlıyor. Adama saygı duymamak imkansız.  

Evet, öyküde belki bazı zayıf noktalar var: Örneğin, yıl olmuş 2018, hala geri sayımlı bombalar, yok yeşil kabloyu kesmeler filan biraz sırıtıyor. Ama filmdeki heyecan ve macera duygusu öylesine doyurucu ki, bunlar kadı kızındaki kusurlar olarak kalıyor. Serinin bundan sonraki bölümlerini çekecek olanlar aksiyon sahnelerindeki bu seviyeyi nasıl aşacaklar, merak ediyorum. Mission Impossible Fallout son yılların en iyi aksiyon filmlerinden biri. Ayrıca serinin de en iyisi.

Benim Notum: 8,5 / 10

22 Temmuz 2018

63. Love, Simon

Love Simon 1980'lerin The Breakfast Club ve Ferris Bueller's Day Off gibi John Hughes filmlerini anımsatan bir havada başlayıp gelişiyor. Tıpkı o filmlerde olduğu gibi bir grup lise öğrencisinin arkadaşlıklarını, gençlik heyecanlarını ve hayal kırıklıklarını izliyoruz. Tek bir farkla: burada başroldeki gencimiz bir eşcinsel. Love Simon sanıyorum bir büyük Hollywood stüdyosu tarafından çekilen ve eşcinsel bir genci odak noktasına yerleştiren ilk ana akım gişe filmi. Elbette daha önce de LGBT hikayelerini anlatan filmler oldu, yakın zamandan Moonlight ve Call Me By Your Name hemen akla gelenler. Ama bunlar daha çok "arthouse" salonlarda ve 17 yaş sınırlaması ile gösterilen festival filmleriydi. Love Simon ise Amerika'da 2400 salonda gayet yaygın bir şekilde ve PG-13 işareti ile gösterime girdi ve 41 milyon dolarlık da bir hasılat elde etti. İyi yazılmış diyalogları, akıcı senaryosu ve başta Nick Robinson olmak üzere başarılı oyuncularıyla önyargısız izlenecek iyi bir film. Cinsel yönelimlerden bağımsız, gençlik / öğrencilik yıllarında büyük bir sırrı ya da problemi olup bunu çevresindeki insanlarla paylaşma konusunda korkular yaşayan herkesin kendinden birşeyler bulabileceği samimi bir hikaye.

Benim Notum: 7 / 10

21 Temmuz 2018

62. The First Purge

İlk bölümü 2013 yılında çekilen The Purge filmleri serisi, yılda bir kere 12 saat boyunca adam öldürme dahil her türlü suçu işlemenin serbest bırakıldığı, hayali bir Amerikan geleneğini anlatıyordu. Distopik bir gelecekte Amerikalı yöneticiler insanların içindeki şiddetin bir geceliğine açığa çıkmasıyla, başka bir ifadeyle bünyedeki kurtların dökülmesiyle ülkeye barış ve refahın geleceğine inanıyorlardı. Gişede iyi hasılatlar elde eden bu korku / aksiyon karışımı öyküler zamanla dördüncü filme kadar ulaştı. Ancak bu kez bir "prequel", yani ön hikaye ile karşı karşıyayız. Filmin ismi The First Purge olunca, bu korkunç fikrin nasıl geliştiğine dair daha farklı bir şeyler izleyeceğiz diye umuyorsunuz ama öyle olmuyor. Film başladığında zaten bu arınma seanslarının yapılmasına karar verilmiş, sadece sokaklarda bazı protesto gösterileri filan görüntüye geliyor. Bu bölümlerde günümüz Amerikası ile ilgili birkaç politik dokundurmadan sonra sirenler çalıyor ve The Purge yani arınma gecesi başlıyor. O dakikadan sonra da filmin diğer Purge filmlerinden pek bir farkı kalmıyor. Filmin tamamı New York'taki bir zenci mahallesinde geçince The Purge filmlerinin siyahi versiyonu gibi bir bölüm izliyoruz. Filmin artıları ise, başta çete liderini canlandıran Y'lan Noel olmak üzere oyuncuların iyi performans göstermeleri, bir de ikinci yarıda zaman zaman benim çok sevdiğim The Raid filmini anımsatan, bir binanın içinde geçen başarılı aksiyon sahneleri.     

Benim Notum: 6 / 10

19 Temmuz 2018

61. Skyscraper

Tamam Dwayne Johnson'ı seviyoruz, onun sevimli karizmasıyla perdeyi doldurduğunu düşünüyoruz (her anlamda), ama artık arka arkaya böyle içi boş, izlendikten 48 saat sonra unutulacak aksiyon filmleri çekmeye bir son vermeli. Her haliyle kötü bir Die Hard çakması olan Skyscraper'da dünyanın en yüksek binasının güvenlik şefini canlandıran Johnson, yanan binadan ailesini kurtarmaya çalışıyor. Elbette bu arada bir de yangını çıkartan kötü adamlarla saklambaç oynuyor. Klişeler denizinde yüzen filmde, izlediğiniz her sahne için "ben bunu daha önce başka bir yerde görmüştüm" diyebilirsiniz ve haksız da olmazsınız. Daha önce de vasat filmleriyle tanıdığımız yönetmen Rawson Marshall Thurber'ın hemen rejisi hem de kendi yazdığı senaryo zayıf. Scream serisinden beri pek ortalıkta göremediğimiz Neve Campbell ile yeniden buluşmak ise filmin tek güzel sürprizi.

Benim Notum: 5 / 10  

13 Temmuz 2018

60. Ant-Man and the Wasp

Black Panther, Avengers: Infinity War, Deadpool 2 derken bu senenin dördüncü Marvel macerası salonlarımızda. Bu film vesilesi ile Ant-Man'in neden Infinity War'da görünmediğini de öğrenmiş oluyoruz. Çünkü Civil War'daki havaalanı kapışmasından sonra karınca adamımız tutuklanmış ve ev hapsine mahkum edilmiştir. Günlerini evde kızı ile oyunlar oynayarak geçirmektedir. Ta ki Dr.Hank Pym ve kızı Hope (yani the Wasp) geçmişten gelen bir sırrı açığa çıkarmak üzere ona yeni bir görev sunana dek. Infinity War'daki devasa kadro ve mega ultra görkemden hemen sonra, Ant-Man and the Wasp çok daha küçük ölçekli bir hikaye sunuyor bizlere. Ölçeğin küçük tutulmasına bir itirazım yok, illa evreni kurtarmadan da iyi bir macera ortaya çıkarılabilir. Yeter ki heyecan verici bir hikaye ya da eğlenceli bir senaryo olsun. Mesela geçen seneki Spider-Man Homecoming buna iyi bir örnekti. Ancak Ant-Man and the Wasp bu bakımdan beklentileri tam olarak karşılayamıyor. Bu suya sabuna dokunmayan, iddiasız hikayenin hiçbir anında gerçek bir tehlike duygusu hissetmiyoruz. Bu haliyle Ant-Man and The Wasp daha çok Marvel'ın televizyon için yaptığı dizilerin, örneğin Agents of S.H.I.E.L.D'ın bir bölümü gibi duruyor. Paul Rudd'ın sıradan aile babası halleri komik, sonda San Francisco sokaklarındaki kovalamaca sahneleri de başarılı, ama işte o kadar. Filmi izledikten bir hafta sonra aklınızda pek bir şey kalmayacağı kesin.

Benim Notum: 6,5 / 10 

10 Temmuz 2018

59. Ocean's 8

Steven Soderbergh'in 17 yıl önce çektiği Ocean's 11, George Clooney'nin canlandırdığı Danny Ocean adlı kibar hırsızın 11 kişilik ekibiyle birlikte Las Vegas kumarhanelerinde gerçekleştirdiği inanılmaz soygunu anlatıyordu. Filmde Brad Pitt'den Julia Roberts'a, Matt Damon'dan Andy Garcia'ya bir dolu Hollywood ünlüsü de boy gösteriyordu. Yıldız oyuncuları, renkli karakterleri, sürprizli hikayesi ve elbette mizah duygusuyla ilk film çok başarılı olunca, doğal olarak Ocean's 12 ve 13 de geldi. Ama devam filmleri 11'in seviyesini tutturamadı. Şimdi ise Danny Ocean'ın kız kardeşi Debbie Ocean ile tanışıyoruz. Debbie de tıpkı ilk filmde abisinin yaptığı gibi hapishaneden çıkıyor ve Las Vegas yerine New York'ta bu kez tamamı kadınlardan oluşan 8 kişilik ekibiyle bir soygun planlıyor. Gary Ross'un yönettiği film bire bir Ocean's 11'in şablonunu kullanıyor. Tamam, belki bu kez çalınacak şey para yerine bir mücevher, ama ekibin oluşturulmasından kullanılan müziklere, kurgudan kamera açılarına, hatta zoom'lara kadar sanki Ocean's 11'in kadınlarla yapılmış bir yeniden çevrimini izliyoruz. Film kendine has, özgün bir şey sunamayınca da "bunun çekilmesine ne gerek vardı" sorusu ortaya çıkıyor. Öte yandan, filmin Sandra Bullock, Cate Blanchett, Anne Hathaway, Helena Bonham Carter ve Sarah Paulson gibi A sınıfı oyunculardan oluşan kadrosu öyle sağlam ki, "bu ekibi nerde olsa seyrederim" düşüncesi film boyu bizi bırakmıyor. Asla ikna edici olmayan bir hikayeye ve yaratıcılıktan uzak, zayıf bir senaryoya sahip film, bu ışıltılı kadro sayesinde sıkılmadan izlenebilir bir hale geliyor.

Benim Notum: 6 / 10

9 Temmuz 2018

58. Tag

Bir grup çocukluk arkadaşı Elim Sende oyununa olan sevdalarını abartıp 30 yıl boyunca devam ettiriyorlar. Artık kırklı yaşlarına gelmiş, her biri iş güç sahibi olmuş ve üstelik de farklı şehirlerde hayatlarını devam ettiren bu sıkı dostlar, her yılın Mayıs ayında, izin alıp, uçaklara filan doluşup, birbirlerini ebelemeye çalışıyorlar. Mayıs ayının son gününün son saatinde kim ebe kaldıysa o senenin kaybedeni o oluyor. Koca koca adamların işi gücü bırakıp birbirleriyle tepişmeleri filmin hiçbir anında bize inandırıcı gelmiyor. "Olur mu hiç böyle şey" diyerek izlediğimiz filmin sonunda, anlatılanların bir gazete haberinden uyarlandığını, yani gerçek olduğunu öğrendiğimizde ise şaşkınlığımız daha da artıyor. Gerçi ilginç bir haberden uyarlanmış olması onun iyi bir film olmasına yetmiyor. Çünkü aslında elde 100 dakikalık bir filmi dolduracak malzeme yok. Zamanı doldurmak için araya eski sevgililer ya da histerik eşler gibi yan hikayeler uydurmuşlar. Ama onlar da yeterince komik değil. Hangover serisinin açtığı yoldan yürümeye çalışan ama yavan esprileriyle vasatı aşamayan bir yapım. 

Benim Notum: 5 / 10

7 Temmuz 2018

57. Sicario: Day of the Soldado

Üç yıl önce Denis Villeneuve'ün "yükselen yıldız" olduğu dönemlerde çektiği ilk Sicario, benim "2015'in en iyileri" listeme de girmişti. Bu kez ilk filmden Emily Blunt'ı bir kenara bırakıp, Josh Brolin ve Benicio Del Toro ile Meksika - ABD sınırında bir macera daha çekmişler. Senaryosunu ilk filmdeki gibi Taylor Sheridan'ın kaleme aldığı filmde bu defa yönetmen koltuğunda sert mafya hikayelerini anlatan filmleriyle bilinen İtalyan Stefano Sollima oturuyor. İlk filmin en etkileyici tarafı Oscarlı görüntü yönetmeni Roger Deakins'in de katkılarıyla oluşturulan o başarılı atmosferdi. Bu devam filminde sihirli Villeneuve/Deakins formülünün eksikliği fazlasıyla hissediliyor. Neyse ki, Taylor Sheridan'ın temelde Amerikan derin devletinin insan hayatı karşısındaki kayıtsızlığını anlatan senaryosu yine başarılı. Film baştan sona belli bir ilgiyle izleniyor ve gerilim ağırlıklı bir aksiyon olarak gayet iyi akıyor. Ama ilk filmin gölgesinde kaldığı da kesin.

Benim Notum: 7 / 10

6 Temmuz 2018

56. Borg McEnroe

Tam da Wimbledon tenis turnuvasının başladığı şu günlerde, bu prestijli turnuvadaki çim kortların gördüğü en efsanevi rekabetlerden birinin hikayesini anlatan bir film Borg McEnroe. Benim gibi 50'li yaşlarında olanlar, bir zamanlar tenis dünyasını kasıp kavuran, Wimbledon'da üst üste beş kez şampiyon olarak rekor kıran uzun sarı saçlı Björn Borg'u ve sonradan yıldızı parlayan atarlı Amerikalı John McEnroe'yu gayet iyi hatırlayacaklardır.  Danimarkalı Janus Metz'in yönettiği film, 1980 Wimbledon erkekler tenis finali öncesinde bu iki raketin maça hazırlanma sürecini anlatırken, bir yandan da geri dönüşlerle kişiliklerini şekillendiren çocukluk / gençlik yıllarına uzanıyor. Elbette film bir İsveç yapımı olunca, olaylar daha çok Björn Borg'un bakış açısından anlatılmış, McEnroe'ya %30'luk bir zaman ayrılmış. Öte yandan, yapım tasarımındaki titizlik göz doldursa da, perdede izlediğimiz hikaye karakterlerin iç dünyasına pek fazla sızamıyor. Şüphesiz filmin doruk noktası sondaki 25 dakikayı kaplayan final maçı. O bölümü izledikten sonra "ne finalmiş ama" diyeceğiniz ve şu anda devam etmekte olan Wimbledon tenis turnuvasına daha fazla ilgi göstereceğiniz kesin (tabii Dünya Kupasından gözünüzü alabilirseniz). 

Benim Notum: 6,5 / 10

22 Haziran 2018

55. On Body and Soul

Yaz sezonunun tembel vizyon takvimi sağolsun, bu aralar kış aylarında izleyemediğim ödüllü filmlere zaman ayırıyorum. Geçen sene Berlin film festivalinde büyük ödül Altın Ayı'yı aldıktan sonra, en iyi yabancı film dalında da Oscar'a aday olan Macar filmi On Body and Soul (ya da Macarca orjinal ismiyle Teströl és lélekröl) Budapeşte'de bir mezbahada çalışan Endre ve Maria'nın hikayelerini anlatıyor. Finans müdürü Endre'nin sol kolu felçli, yani bedenen bir eksikliği var. Kalite kontrol uzmanı Maria ise bir tür otizmden muzdarip, insanlarla sosyal bir ilişki kuramıyor; yani o da ruhen eksikli. Birbirinden son derece farklı kişiliklere ve çevrelere sahip bu iki insan, bir tesadüf eseri akşamları aynı rüyaları gördüklerini fark ediyorlar. Ve iki geyiğin birbirine aşık olduğu o rüyadaki ilişkilerini gerçek hayata taşımaya çalışıyorlar. Kadın yönetmen  Ildiko Enyedi gerçek dünyaya uyumsuz iki karakterin, gerçeküstü bir romantizmle buluşmasını oldukça etkileyici görüntülerle anlatılmış. Ancak filmin oldukça durağan ilerlediğini ve biraz fazla "festival filmi" havasında olduğunu da eklemem lazım.

Benim Notum: 7 / 10 

20 Haziran 2018

54. Loveless (Nelyubov)


Geçen seneye Cannes'daki jüri ödülü ile başlayıp, çeşitli festivallerden ödülleri topladıktan sonra senenin sonunda en iyi yabancı film dalında hem Altın Küre hem de Oscar'a aday olan Loveless'i sonunda izleyebildim. Üç sene önce Leviathan ile tüm dünyada adını duyuran Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev'in çektiği film, boşanmanın eşiğindeki bir çiftin 12 yaşındaki oğullarının kaybolması sonrası gelişen olayları anlatıyor. Zvyagintsev'i aslında ta 2003 yılında çektiği ilk filmi The Return ile keşfetmiştim. O film de yine parçalanmış aileler ve ortada kalan çocukları odak noktasına alıyordu. Ama buradaki bakış çok daha kasvetli. Bir filmin adı kendisine bu kadar uygun olabilir; Loveless'daki sevgisizlik neredeyse fiziksel bir ağırlıkla ekrana oturuyor, katran gibi damla damla ekrandan taşıp ruhumuza akıyor. Yönetmen, ön planda birbirinden nefret eden Boris ve Zhenya'nın bireysel hikayelerini anlatıyor gibi görünse de, kaybolan çocuğu arama sürecinde modern Rusya'daki çürümüşlüğe de parmak basıyor. Bencillik ve vicdansızlığa batmış, empati duygusunu kaybetmiş bir toplumun, aynı zamanda nasıl da sağlıksız evlilikleri ve çocuklarına sahip çıkamayan ebeveynleri yaratan bir laboratuvara dönüştüğünü gösteriyor. Sevginin de yeşermesi, büyümesi için uygun şartlara, uygun toprağa ihtiyacı var ve Zvyagintsev'in Rusya'sı bu anlamda çorak. Loveless kendinizi iyi hissettirecek bir film değil, ama kafanızı meşgul edecek, sonradan üzerinde bol bol düşünmeye sevk edecek, iyi yazılıp çekilmiş, kusursuz biçimde oynanmış sağlam bir film olduğu kesin.   

Benim Notum: 7,5 / 10

18 Haziran 2018

53. Hereditary


Henüz ilk uzun metraj filmini çeken Ari Aster'in yazıp yönettiği Hereditary bir cenaze töreni ile açılıyor. Annesini toprağa veren Annie (Toni Colette), bir yandan akıl sağlığı bozuk annesinin geçmiş sırlarını araştırırken, bir yandan da kendi çocuklarında ortaya çıkmaya başlayan rahatsız edici belirtilerle karşı karşıya kalıyor. Bu seneki Sundance film festivalinde büyük gürültü koparan Hereditary, 70'li yılların The Exorcist ve The Omen gibi klasiklerini hatırlatan başarılı bir korku filmi. Başarısını da büyük ölçüde yönetmen Ari Aster'in yarattığı o tekinsiz, o tedirgin edici atmosfere borçlu. Filmi, bir sabah seansında, sinema salonunda tek başıma izledim ve itiraf ediyorum film boyunca birkaç kere irkile irkile etrafıma bakındım, bir "şey" mi var sağımda solumda diye...

Hereditary için notum yüksek, ama daha da yüksek olmasını engelleyen şey o tuhaf finali. Şimdi burada spoiler vermeyeyim ama, ilmek ilmek ördüğü gerilimle iki saat boyunca seyirciyi avucunun içine alan film, son beş dakikada orjinalliğini yitirip, cinli şeytanlı başka filmlere özeniyor. Aile içi meselelere odaklanan ilk bölüm, etkileyici görsel yapısı, müziği ve ses miksajıyla mükemmele ulaşırken, zayıf final salondan çıkarken ağızda buruk bir tad bırakıyor. Ama yine de, henüz 30 yaşında olmasına rağmen son derece olgun bir sinema diline sahip Ari Aster bundan sonra yapacağı işleri merakla bekleyeceğim bir yönetmen olacak.

Benim Notum: 8 / 10  

11 Haziran 2018

52. Jurassic World: Fallen Kingdom

Üç sene önce yeniden diriltilen Jurassic World sürpriz bir gişe başarısı elde etmiş, tüm dünyada 1.7 milyar dolarlık bir hasılata ulaşmıştı. Demek ki yeni nesillerin de dinozor göresi varmış. Şimdi "biz bu dinozorlardan daha çok ekmek yeriz" diye düşünen yapımcılar bizi bir kez daha o adaya geri götürüyorlar. Ülkemizde Amerika'dan tam iki hafta önce gösterime giren (bunları da mı görecektik, ne mesudum) Fallen Kingdom'da, adadaki yanardağın faaliyete geçmesi neticesinde dinozorların yok olma tehlikesi ortaya çıkınca, eski bakıcıları Owen ve Claire onları kurtarmak üzere bir projeye dahil oluyorlar. Ama sonradan anlaşılıyor ki, mesele nesli tükenen hayvanları kurtarmak filan değil, işin içinde başka numaralar var. Daha önce The Orphanage, The Impossible ve A Monster Calls gibi dikkat çekici filmlere imza atmış Katalan yönetmen J.A. Bayona'nın yönettiği filmin ilk yarısı aslında oldukça başarılı bölümler içeriyor. Özellikle, o dinozorların patlayan yanardağdan kaçtığı sahne görsel olarak nefes kesici. Ancak 10 dakikalık aradan hemen sonra sanki bir film bitiyor, başka bir film başlıyor. Dinozorlarla ilgili farklı bir entrikanın anlatıldığı ve ilk yarının aksine kapalı bir mekanda geçen bu bölümde, kötü yazılmış diyaloglar, karikatür kıvamında klişe karakterler ve yüzeysel bir senaryo yüzünden ilk yarıdaki o tempo ve seyir keyfi uçup gidiyor. Nostaljik tatlar da bir yere kadar karın doyuruyor. 

Benim Notum: 6,5 / 10

7 Haziran 2018

51. Adrift

Bir kasırgaya yakalanmaları sonucu, okyanusun ortasında direği kırık ve su alan bir teknede mahsur kalan bir çiftin hayatta kalma mücadelesi. 1983 yılında Pasifik okyanusunda gerçekten yaşanan bir olaydan uyarlanan filmde Shailene Woodley ve Sam Claflin oynuyorlar. Divergent serisinden hatırladığımız Shailene Woodley bu hikayeden oldukça etkilenmiş olsa gerek ki, filmin aynı zamanda yapımcılığını da üstlenmiş. Yönetmen koltuğunda ise daha önce Everest filmi ile dikkatleri çeken İzlandalı -haşmetli bir isme sahip- Baltasar Kormakur var. Kormakur Everest'te de sergilediği gibi felaket sahnelerini perdeye aktarmakta oldukça başarılı. Kasırganın ortasında yaşanan dehşeti sanki biz de o teknenin içindeymiş gibi hissediyoruz (bu tekne işlerinden zaten anlamazdım, bu filmi izledikten sonra artık hiç işim olmaz).

Öte yandan yönetmenin hikayeyi anlatmak için seçtiği yöntemde bazı kusurlar var: Film kazanın hemen sonrasında açılıyor, ancak sürekli geri dönüşlerle çiftin ilk tanışmalarını, birbirlerine aşık olmalarını, turistik yerlerde dolaşmalarını filan izliyoruz. Bu kurgu, kaza sonrasında şimdiki zamanda yaşanan gerilimi ve çaresizlik hissini azaltıyor. Örneğin tam "eyvah suları bitiyor, acaba şimdi ne olacak" derken hop kamera geçmişe dönüyor ve neşeli çiftimizi egzotik bir sahil barında samba yaparken izliyoruz. Bu tür gereksiz geri dönüşler filmin aleyhine işliyor. Shailene Woodley tüm benliğini bu projeye adamış gibi görünüyor ve iyi iş çıkartıyor. Ne yazık ki aynı şeyi Sam Claflin için söylemek zor. Rol arkadaşı Woodley ile bir türlü kimyayı tutturamayan İngiliz aktör sanki "şu çekimler bitse de, bir an önce evime gitsem" der gibi oynuyor.   

Benim Notum: 6,5 / 10 

5 Haziran 2018

50. Ahlat Ağacı


Nuri Bilge Ceylan neredeyse kariyerini şekillendiren "bir Anadolu kasabasında sıkışıp kalmış taşra insanları" temasına geri dönüyor. Bu kez üniversiteyi bitirdikten sonra Çanakkale'nin Çan ilçesindeki baba evine gelen, burada bir yandan yazdığı ilk kitabı bastırabilmek için para bulmaya çalışırken, bir yandan da ailevi meselelerle uğraşmak zorunda kalan genç öğretmen adayı Sinan'ın hikayesini izliyoruz. Her Nuri Bilge Ceylan filminde olduğu gibi Ahlat Ağacı'nın da sinematografisi, özellikle o doğa görüntüleri nefes kesici. Ancak bu, diyalogların ön planda olduğu bir film. Filmin 188 dakikalık süresi boyunca Sinan'ın babasıyla, annesiyle, eski platonik aşkıyla, kasabadaki arkadaşlarıyla, köyün imamıyla ve başka bir yazarla yaptığı upuzun tartışmaları arka arkaya izliyoruz. Senaryo ön planda baba-oğul arasındaki kuşak çatışmasını ana eksenine alsa da, Ceylan bu diyaloglar aracılığı ile yaratıcılık, varoluş ve toplum üzerine birçok soruyu ortaya atıyor. Ama bu sorulara bir cevap vermeyi de hedeflemiyor. Sanki daha çok bir sanatçı olarak kendi kafasını meşgul eden kaygılarını ve korkularını izleyici ile paylaşıyor. Bunu yaparken güncel siyasete, ülkemizdeki genç işsizlik sorununa ve dinin toplumdaki yeri üzerine dokundurmalar yapmayı da ihmal etmiyor. 

Bu oldukça konuşkan filmde diyaloglar zaman zaman kelimelerle yapılan bir düelloya dönüşüyor. Öyle ki, filmin senaryosu -sektörde genel kabul gören "bir dakika eşittir bir sayfa" formülünü de zorlayarak- zannederim 300 sayfayı geçiyordur. Yanlış anlaşılmasın, bu diyaloglar gerek Sinan'ın gerek çevresindekilerin (ve kuvvetle muhtemeldir ki bizzat Nuri Bilge Ceylan'ın) iç dünyalarıyla ilgili önemli ipuçları veren çok iyi yazılmış metinler. Ama bence filmin asıl vurucu gücü kelimelerde değil, görüntülerde yatıyor; mesela rüzgarla hışırdayan renk renk yapraklarda, karlarla kaplı bembeyaz bir ovada kıvrıla kıvrıla ilerleyen yollarda, evin gölgeli koridorunda ailenin dört bireyinin tartıştıkları sahnedeki ışık oyunlarında ya da uyurken yüzü karıncalarla kaplanmış bir bebeğin irkiltici görüntüsünde. 

NBC kariyerinin zirvesi olarak ben hala "Bir Zamanlar Anadoluda"yı görsem de, Ahlat Ağacı yönetmenin yüksek standartlarını koruduğu Türk sineması adına gurur duyulacak, yüz akı yeni bir iş. Kalbimize ve aklımıza seslenen entellektüel bir gıda takviyesi. "Bu topraklardan çıkmış bir Nuri Bilge'miz var, ne güzel!.." demeye devam.

Benim Notum: 8 / 10