21 Aralık 2010

50. Solomon Kane

Yorum daha sonra yazılacak. Puan: (7)

51. İki Dil Bir Bavul

Yorum daha sonra yazılacak. (6)

52. Defendor

Woody Harrelson, süper kahraman olduğuna inanan bir ruh hastasını canlandırıyor. Yer yer komik sahneleri olsa da, aslında oldukça üzücü bir hikaye. (6)

53. The Vampire's Assistant

Bol vampirli bir senede, türe hiçbir yenilik getirmeyen, enerjisi düşük, başı sonu belli olmayan sıkıcı bir film. (4)

54. The Box

İlginç olacakmış gibi başlayıp sonunda saçmasapan bir yere bağlanan, olmak isteyip de olamamış bir film. (5)

55. Brothers

Savaşın insan ruhunda açtığı yaraları anlatan ilginç bir hikaye, etkileyici performanslar. (7,5)

56. Uzak İhtimal

İstanbul'a yeni gelen bir müezzin ile karşı dairesinde oturan bir rahibe adayının imkansız aşkı. Olabildiğince sade, duru bir film. Yalnız bu sadelik bir süre sonra sıkıcı olma riskini de beraberinde getiriyor. (6,5) 

57. Green Zone

Son iki Bourne filminde (Supremacy ve Ultimatum) birlikte çalışan yönetmen Paul Greengrass ve oyuncu Matt Damon, yeni bir aksiyon için bir aradalar. Film yine yeterince ilgi çekici olsa da, Bourne serisinin vuruculuğuna sahip değil.(7)

58. It's Complicated

Üç usta oyuncunun ve bu türe çok hakim bir yönetmenin (Nancy Meyers) elinden çıkma hoş bir romantik komedi. Özellikle en sondaki webcam'li sahne unutulmaz. (7)

59. Jennifer's Body

Korku ve komediyi karıştırayım derken, ne korkunç ne de komik olmayı becerebilen bir film. Megan Fox'un güzelliği bile filmi kurtarmaya yetmiyor. Oturup iki saat filmi izlemek yerine, filmden alınmış Megan Fox resimlerine bakmak daha tatmin edici olabilir. (3)

60. Time Traveler's Wife

Filmin adı bir bilim-kurguyu çağrıştırsa da, özünde oldukça romantik bir film. Yalnız her zaman yolculuğu hikayesinde olduğu gibi senaryoda ciddi tutarsızlıklar var. Bu da filmden alınabilecek keyfi olumsuz yönde etkiliyor. (6,5)

61. Karanlıktakiler

Çağan Irmak'tan bu kez oldukça kişisel ve adı gibi "karanlık" bir deneme. (6,5)

16 Aralık 2010

62. Going the Distance

Birileri artık Drew Barrymore'a bu tür romantik komediler için yaşlandığını söylemeli (aslında henüz 35 yaşında ama nedense perdede daha da yaşlı duruyor). Going The Distance'ta Justin Long ile birlikte son zamanların en "uyumsuz" çifti olmayı başarıyorlar. Başka oyuncuların elinde en azından ilgi çekici olabilecek bir konu, bu oyuncular ile inandırıcılıktan uzak bir hal almış. Filmin hiçbir anında bu ikilinin birbirine aşık olabileceğine inanmıyorsunuz. Sadece iki ana karakter değil, filme komedi unsuru olarak katılan esas oğlanın iki abazan arkadaşı da son derece antipatik tipler. Sonuç olarak, bu filmi de "uzaktan sevmek" en güzeli... (5)

15 Aralık 2010

63. The American

Adının tersine son derece "Avrupalı" bir film... George Clooney son bir iş için İtalya'nın küçük bir köyünde saklanan bir suikastçiyi canlandırıyor. Hollandalı yönetmen Anton Corbijn bir zanaatkar edasıyla filmini ince ince işlemiş. Öyle ki, tüm film boyunca gereksiz hiçbir sahne, hiçbir fazlalık yok. Ama soluk kesen bir tempo, adım başı patlamalar çatlamalar bekleyenler uzak durmalı. Bu, aksiyondan ziyade karakter gelişimine ve psikolojiye ağırlık veren, sabırlı bir gerilim. Başarılı. (8)

14 Aralık 2010

64. The Chronicles of Narnia: The Voyage

İlk Narnia filmi 2005 yılında gösterime girdiğinde, "Yüzüklerin Efendisi'nin çocuklar için yapılmış versiyonu" diyerek biraz burun kıvırmıştım. Ancak bu üçüncü filmle birlikte artık Narnia rüştünü ispat ediyor ve başka bir eser ile karşılaştırmaya gerek bırakmayacak şekilde saygıyı hak ediyor. Evet, temelde çocuklar için yapılmış bir film bu. Ama iyi  yaratılmış, iyi çekilmiş bir fantastik hikayenin büyüklerin de ilgisini çekmeyeceğini kim söylemiş?  70'ine merdiven dayamış usta İngiliz yönetmen Michael Apted, bu halka ile birlikte seriye dahil oluyor ve hemen de damgasını vuruyor. Ne yazık ki Lucy ve Edmund'u canlandıran oyuncuların yeteneksizlikleri yönetmenin çabalarını baltalamış biraz, ama yine de üç Narnia filmi arasında en iyisi bence bu. (7)

10 Aralık 2010

65. Eat Pray Love

"Hayatın anlamı"nı bulmak üzere -durup dururken- gül gibi kocasını terkedip dünyayı dolaşmaya karar veren 40'lı yaşlardaki bir kadının hikayesi. Elizabeth Gilbert'ın kendi anılarını anlattığı çok satan kitabından uyarlanan "Eat Pray Love", daha çok -hatta belki de sadece- kadın izleyiciyi hedef alan bir film. Julia Roberts her zamanki gibi sevimliliği ile perdeyi dolduruyor. Filmin genel felsefesini biraz fazla "geyik" bulsam da, özellikle ilk üçte birlik bölümü oluşturan ve yeme içme üzerine kurulu İtalya manzaraları oldukça cazip.(6) 

66. Wall Street: Money Never Sleeps

Michael Douglas, kendisine 1987 yılında Oscar getiren Gordon Gekko rolü ile 23 yıl sonra geri dönüyor. Yönetmen koltuğunda yine Oliver Stone var. Film, ilk Wall Street'in enerjisinden biraz yoksun olsa da, Douglas'ın perdedeki karizması ve Stone'un teknik ustalığı sayesinde yeterince ilginç ve sürükleyici. Amerika'nın hala içinden çıkamadığı 2008 krizini aile-dostluk-vefa temalarını da katarak anlatmaya gayret eden eli yüzü düzgün bir yapım. (7)

5 Aralık 2010

67. Legend of the Guardians

Filmin afişinde "size Neşeli Ayakları getiren stüdyodan" diyor, ama Baykuş Krallığı Efsanesi, Neşeli Ayaklar'ın "şen şakrak" tonundan oldukça uzak, hatta kasvetli denebilecek bir animasyon. Filmdeki savaş sahnelerinin çekim tarzı birçok izleyiciye tanıdık gelecektir. "300 Spartalı"nın görselliğe çok önem veren yönetmeni Zack Snyder, görkemli slow-motion'larla süslü stilini bu kez bir animasyonda uyguluyor ve belli bir oranda başarıya da ulaşıyor. Tek sorun kuşların ellerinin olmaması: Birtakım savaş silahlarını sadece ayakları ile kullanabilmeleri, çarpışma sahnelerinde hareketleri oldukça sınırlandırıyor. Tahmin edeceğiniz gibi küçük yaştaki çocuklar için pek uygun bir animasyon değil bu. Ancak ortaokul çağındaki gençler ve de görsel bir ziyafet izlemek isteyen yetişkinler sanıyorum hoşlanacaklardır bu efsaneden. (6,5)  

3 Aralık 2010

68. The Other Guys

New York'un en sıkı iki dedektifinin devre dışı kalmasıyla, hep onların yerine geçmek isteyen masa başı memuru iki beceriksiz ahbap çavuş fırsatı değerlendirmek isterler, ama işler planladıkları gibi gitmez. Filmin Samuel L.Jackson ve Dwayne Johnson'lı ilk 15 dakikası gerçekten çok eğlenceli. Ancak onlar çıktıktan sonra film sanki biraz gaz kesiyor. Mark Wahlberg bu tür komediler için bence uygun bir isim değil, zaten film boyunca "ne işim var benim burada" der gibi oynuyor. Will Ferrell ise tam bildiğimiz gibi ve yine formunda. İki saate yaklaşan süresi biraz fazla uzun tutulmuş olsa da, arada kendi kendime kahkahalar atarak izlediğim sahnelerin de olduğu farklı bir komedi.(6,5)

30 Kasım 2010

69. Unstoppable

Kim ne derse desin, Amerikalılar bu "aksiyon sineması" dediğimiz türü çok iyi beceriyor. Yıllardır abisi Ridley Scott'un gölgesinde kalan yönetmen Tony Scott, çoğunlukla sıradan işlerle anılsa da arada bir böyle hedefi vurduğu da oluyor. Kontrolden çıkmış ve patlayıcı maddelerle yüklü devasa bir treni durdurmaya çalışan Denzel Washington ve Chris Pine heyecandan koltuğunuza yaslanmaya fırsat bulamayacağınız bir 90 dakika vaadediyor. (7,5) 

18 Kasım 2010

70. Harry Potter and the Deathly Hallows: Part I

Sinema salonlarındaki kuyruklara, internet sitelerindeki yorumlara bakılırsa bu dünyada Harry Potter'ı sevmeyen bir tek benim galiba. Üçüncü filmden sonra Harry Potter filmlerini izlemeyi bırakmıştım, seriye veda etmek adına bu son kitabın filmini izlemeye gittim. Ama işte aynı kabus: yine aşırı uzun (iki buçuk saat), çocuk filmi desen değil (çocuklar için fazla korkunç), büyükler için ise fazla sıkıcı bir masal. Filme adını veren Ölüm Yadigarları hikayesinin son yarım saatte duyulması ile birlikte konu biraz ilginçleşmeye başlıyor, ama bu noktaya kadar iki saat beklemek zorundasınız. Tam filme ısınmaya başladığınız anda da "arkası yarın" deniyor. Sevenlerine mani olmayayım ama, aradaki bir-iki aksiyon sahnesi için Harry, Ron ve Hermoine'nin saatlerce ova bayır dolaşıp durmalarına katlanmak bana göre değil. (4)

16 Kasım 2010

71. The Social Network

Tüm dünyada 500 milyon üyesi olan sosyal paylaşım sitesi Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg ve arkadaşlarının hikayesi. Görünürdeki bu çatının altında film aslında temelde insan ilişkilerini anlatıyor. İnsanlarla ilişki kurmakta zorlanan çok zeki ama bir o kadar da kibirli bir bilgisayar dahisinin, sırf çevresinden itibar görebilmek ve sevdiği kızı "tavlamak" için sonunda 20 milyar dolarlık piyasa değerine ulaşacak bir proje yaratması başlı başına ilginç. Seven, Fight Club gibi şimdiden klasik mertebesine ulaşmış filmlerin saygın yönetmeni David Fincher bizi bu kez günümüz Harvard üniversitesinin koridorlarına, yurtlarına götürüyor. The Social Network'ün tek kusuru anlattığı ana karakter gibi bir film olması: IQ seviyesi yüksek ama biraz fazla çenesi düşük ve içine girebilmek için izleyicisinden ekstra çaba talep eden bir film bu. Öyle ki, altyazı okumaktan başınız dönebilir. Belki de bu yüzden Türkiye sinemalarında fazla seyirci toplayamadı ve ancak 3 hafta gösterimde kalabildi. Ama sonuçta, usta bir yönetmenin ve son derece başarılı genç oyuncuların elinden çıkma, yaşadığımız çağa insani bir açıdan bakmamızı sağlayan, izlenmeye değer bir yapıt. (8)

72. The Sorcerer's Apprentice

Disney stüdyolarının, yeni Harry Potter filmini bekleyen 8-15 yaş arası çocukları yaz aylarında oyalamak üzere pazara sürdüğü bir modern masal. National Treasure (Büyük Hazine) filmlerinde de birlikte çalışan yapımcı Jerry Bruckheimer, yönetmen Jon Turteltaub ve oyuncu Nicolas Cage yine bir aradalar. Filmin hikayesi öyle klişelerle dolu ki daha 10.dakikada filmin sonunu öngörmekle kalmıyor, o sona nasıl ulaşılacağını, arada neler olacağını da üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyorsunuz. Hani çocuğunuzla birlikte seyrediyorsanız arada kestirebilirsiniz, uyandığınızda "ne oldu" demezsiniz. Bu Nicolas Cage'e de artık özel bir parantez açmanın zamanı geldi: İsminin başında "Academy Award Winner" titri bulunan (1996'da Leaving Las Vegas ile almıştı) bu aktörün son 10 yıldır şöyle doğru düzgün akıllarda yer edecek bir performansını gören duyan var mı? Ben artık bu baygın bakışlı, yorgun suratlı adamın ciddi anlamda yeteneksiz olduğunu düşünmeye başladım. Maşallah her sene ortalama 2 film çektiği için sürekli de karşımıza çıkıp duruyor. Sihirbazın çırağının öncelikle Nicolas Cage'i şöyle sıkı bir sarsıp kendine getirecek bir büyü yapması gerekiyor.(5) 

15 Kasım 2010

73. New York'ta Beş Minare

Mahsun Kırmızıgül'ün ilk filmi "Beyaz Melek"i bir ilk film için ümit verici olsa da fazla mesaj kaygılı bulmuş, ikinci filmi "Güneşi Gördüm"ü ise çok beğenmiştim. Türkiye'nin en önemli sorununa çok cesur ve etkileyici bir bakış olduğunu düşündüğüm "Güneşi Gördüm"de Kırmızıgül hepimizin karnına sıkı bir yumruk atmış, "takip edilecek yönetmenlerim" arasına girmeyi de başarmıştı. Çok daha fazla imkana (yüksek bütçe, Hollywood yıldızları, vs..) sahip olduğu üçüncü film ile ilgili beklentilerim de -dolayısı ile- oldukça yüksekti. "New York'ta Beş Minare" tutkulu bir sinemacının yine çok emek harcayarak gerçekleştirdiği bir iş olsa da beklentileri tam olarak karşıladığını söylemek zor. Önemli artılarına rağmen, bu filmin aksayan yönleri de var. Önce artılarla başlayalım: Bir kere ilk iki filminde olduğu gibi Kırmızıgül yine "güzel görünen" bir film yapmayı başarmış. Panoramik şehir görüntüleri harika, havadan yapılan çekimler usta işi (örneğin New York semalarından başlayıp Hacı Gümüş'ün evine yakınlaşan çekim), kalabalık sahneler iyi yönetilmiş. Haluk Bilginer başta olmak üzere filmin Türk oyuncuları oldukça başarılı. Ne yazık ki aynı şeyi Amerikalı oyuncular için söylemek zor, ama bu düşük performansın sebebi Amerikalı oyuncuların yeteneksizliğinden ziyade senaryonun kusurlarından kaynaklanıyor. Filmin özellikle Amerika'daki sahneleri bir müsamere düzeyinde yazılmış. FBI ajanı Robert Patrick son derece stereotipik ve tek boyutlu bir karakter, Gina Gershon deseniz film boyunca "endişe eden eş" kıyafetini üzerinden çıkarmıyor. Mustafa Sandal'ın verdiği bazı mesajlar ("Irak'a aslında neden girdiğinizi biliyoruz") biraz fazla kör kör parmağım gözüne olmuş. Ayrıca senaryoda neden konduğu belli olmayan ve bir yere bağlanmayan birçok yan öykü de var (cemaat ülkücülerden yardım istediğinde ülkücüler neden "bize 2 gün müsaade" diyor, o 2 günün sonunda ne oluyor, belli değil). Öykü kurmak, diyalog yazmak, karakter yaratmak konusunda eksikleri olsa da Mahsun Kırmızıgül'ün tutkulu ve yetenekli bir sinemacı olduğundan şüphem yok. Sağlam bir senaryo ile bir başyapıt çıkaracağına dair inancım da devam ediyor. Ama o başyapıt henüz bu film değil. (7) 

3 Kasım 2010

74. Red

Emekli CIA ajanı Bruce Willis kendisine karşı bir komplo kurulduğunu farkedince, kendini savunmak üzere eskiden birlikte çalıştığı ekibi yeniden bir araya getiriyor. "Ekip" öyle isimlerden oluşuyor ki 20 yıl önce olsa "vay be, kadroya bak" dersiniz: Morgan Freeman, John Malkovich, Helen Mirren. Filmin bu "geriatrik" kadrosunu tamamlamak üzere 93 yaşındaki Ernest Borgnine bile birkaç dakika rol almış. Ama dediğim gibi 1980'lerde etkileyici olabilecek bu kadro, 2010 yılındaki bir aksiyon filmi için biraz fazla yaşlı kalıyor. Ayrıca Bruce Willis karakterinin nasıl olup da daha önce bu ihtiyarlarla aynı ekipte çalıştığı da bir soru işareti, aralarında ortalama 15 yaş fark var. Filme asıl hayat veren isim Willis'in aşık olduğu kız rolünde Mary Louise-Parker. Ama onun rolü de öyle eğreti yazılmış ki, bir türlü hak ettiği dakikaları alamıyor. Film boyunca bir aksesuar gibi adamlarımızın yanında oradan oraya taşınıyor. Filmin konusunun ve tarzının birkaç ay önce izlediğimiz Knight and Day'e çok benzediğini de belirtmeli. Ama bence Knight and Day daha  doyurucu ve eğlenceli bir filmdi.(6)

20 Ekim 2010

75. Predators

1987 yılında çekilen ve o sıralar yeni yeni meşhur olmaya başlayan Arnold Schwarzennegger'in başrolünde oynadığı Predator bilim kurgu/korku türüne yeni bir soluk getiren iyi bir filmdi. Seri daha sonra vasat Predator 2 ile devam etmiş, 2000'li yıllarda ise "Alien Predator'a karşı" gibi çok zorlama senaryolarla iyice sulandırılmıştı (hatta Alien'e karşı bizim Predator "iyi adam" rolündeydi, düşünün artık). "Piyanist" Adrian Brody'i hiç alışık olmadığımız bir rolde gördüğümüz serinin bu son halkası çok fazla bir yenilik getirmese de, hiç olmazsa ilk filmdeki gerilim duygusunu kısmen de olsa yeniden yaratmayı başarıyor. Filmin ilk 45 dakikası özellikle daha önce Predator'la hiç tanışmamış olanlarda yeterince merak ve korku  uyandıracaktır. İkinci yarıda ise film biraz nereye gideceğini bilmez bir hale dönüşüyor ve tam olarak tatmin etmiyor. Sonuç olarak, "fena değil" diyebileceğim bir seyirlik. (6,5)

19 Ekim 2010

76. Buried

Film boyunca kullanılan mekanın toplam ölçüsü itibarı ile herhalde sinema tarihine geçecek bir yapım: Tek bir oyuncusu olan Buried, baştan sona bir tabutun içinde geçen bir aksiyon/gerilim filmi! Böylesine dar bir alanda aksiyondan söz etmek garip gelebilir. Tabutun içine bırakılan bir cep telefonu ve kahramanımızın dışarıdakilerle yaptığı telefon görüşmeleri hikayedeki gerilimin oluşmasını sağlıyor. İspanyol yönetmen (bu aralar bütün orjinal projeler de İspanya'dan çıkıyor) Rodrigo Cortes kullandığı kamera açıları, değişken ışık kaynakları ve etkileyici bir müzik ile 94 dakika boyunca ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor. Senaryodaki bazı kusurlarına rağmen (tabuttaki oksijen nedense hiç bitmiyor, cep telefonunun şarjı da öyle), izlemeye değer bir deneysel proje. Ama kapalı alan korkusu olanlar uzak durmalı. (7)  

77. Sammy’s Adventures

Bu blogda çok sayıda animasyon yorumladığımı göreceksiniz, çünkü oğlumla birlikte sinemalarda gösterime giren hemen her çocuk filmine/animasyona gidiyoruz. Türkiye'de böyle bir izleyici grubu olduğunu bilen film şirketleri de, sağolsunlar, arada bir böyle "animasyon olsun taştan olsun" mantığıyla sıradan Avrupa yapımlarını da araya sıkıştırıveriyorlar. Belçika yapımı -ve Belçika dışında sadece birkaç Avrupa ülkesinde gösterime giren- Sammy's Adventures, bize Disney/Pixar ve Dreamworks yapımlarının farkını bir kez daha onaylattırıyor. (4)

30 Eylül 2010

78. Çok Filim Hareketler Bunlar

Türkiye'de ilk kez denenen ve "episodik film" denilen skeçlerden oluşan format çoğu izleyiciye tuhaf geldi. Filmi izleyenlerin yorumları genelde "böyle film mi olur" ifadesi etrafında toplanıyordu. Oysa açılışta zaten Eser durumu özetliyor: "Bildiğiniz işi yapacağız, kendi yazdığımız skeçleri oynayacağız. Ancak bu kez sinemanın olanaklarından faydalanacağız" diye... Ve gerçekten de sinemanın olanaklarından sonuna kadar faydalanıyorlar. Ben kötü bulmadım. Bazı skeçler gereğinden fazla uzasa da, yer yer çok başarılı bölümler de var: "300 Günübirlikçi", "Elalem Ne Der" ilk aklıma gelenler. Bir kere, filmin genelinde ekibin bu işi çok eğlenerek yaptığı hissediliyor ve o keyif izleyiciye de yansıyor. DVD'sini alıp, bir Cumartesi akşamı ailecek oturup izlemek için gayet uygun bir seçenek. "Çok güzel..." olmasa da "güzel hareketler bunlar". (7)

27 Eylül 2010

79. Bornova Bornova

Ben işte böyle filmleri çok seviyorum: küçük bir kadro, üstün oyunculuk performansları, gerilimi diyaloglarda yaşatan ve gerçek hayatın içinden çıkıp gelen çok iyi bir senaryo... Bir kere "Bornova Bornova" zaten maça 1-0 önde başlıyor, çünkü film şu anda bu satırları yazmakta olduğum şehirde ve öğrenciliğimin sokaklarında geçiyor. Antalya Altın Portakal Film Festivalinin ulusal bölümünde En İyi Film, Erkek Oyuncu ve Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini toparlayan Bornova Bornova'da yönetmen İnan Temelkuran, iyi bir film yapmak için yüksek bir bütçeye, tanınmış oyunculara ya da parlak görsel efektlere ihtiyaç olmadığını, en önemli bileşenin "içtenlik" olduğunu bir kez daha gösteriyor. Filmdeki gerçeklik boyutunun karakterlerin konuşmalarına da yansıdığını ve diyalogların yoğun küfür içerdiğini hassas izleyicilere bir uyarı olarak belirtelim. (8,5)

24 Eylül 2010

80. Repo Men

Yakın bir gelecekte, canlı organ nakli yerine artık tüm organlar yapay olarak  imal edilebilmekte ve ihtiyacı olan hastalara satılabilmektedir. Yalnız işin kötü tarafı, organları satan The Union adlı bu şirket ödemeleri zamanında yapmayan müşterilerine paralı asker kılıklı "tahsildarlar" yollayıp, ürününü geri almaktadır. Adamımız Jude Law yapay kalbinin ödemelerini yapamayınca, avcı iken ava dönüşür. Filmin aksiyon sahneleri fena olmasa da, yukarıda özetlemeye çalıştığım senaryo insanın mantığını biraz zorluyor. Yani bu şirkete bir dur diyen, "kardeşim siz bu insanları nasıl canlı canlı kesip biçiyorsunuz" diyen çıkmaz mı? Kullanılan arabalar günümüzün modelleri olduğuna göre, hikaye günümüzden 3-4 yıl sonra geçiyor. Bu kadar kısa sürede toplum düzeni ve kanunlar bu kadar büyük ölçüde değişebilir mi? (6)

22 Eylül 2010

81. The Legend Is Born: Ip Man

Bu blogda daha önce bahsettiğim (bkz. aşağıda 110 numaralı yorum) Ip Man filmlerinin başarısı üzerine, efsanevi kung fu hocasının etinden sütünden daha fazla yararlanmak üzere çekilmiş yeni bir Ip Man hikayesi. Bu kez, ustanın gençlik yıllarına odaklanılıyor. Ancak ilk iki filmdeki Donnie Yen'in yerini alan genç başrol oyuncusunda, Yen'in o müthiş karizmasından eser yok. Ip Man'ın gerçek hayattaki oğlunun filmde kısa bir rolde görünmesi (afişte sağdaki yaşlı amca) ve Ip Man'a sağlam bir Wing Chun dersi vermesi ise filmin en ilginç bölümünü oluşturuyor. (6)

21 Eylül 2010

82. Diary of a Wimpy Kid

Öncelikle kitabı tavsiye ederek başlayalım: Eğer ilköğretim çağındaki çocuğunuza hangi kitabı alayım diye düşünüyorsanız üç kitaptan oluşan Jeff Kinney'nin Saftirik Greg'in Günlüğü serisi mükemmel seçeneklerdir. Ortaokula (ya da bizdeki sistemle 6.sınıfa) yeni adım atmış Greg'in hem okulda hem de evde yaşadıklarını müthiş bir gerçekçilik ve ince bir mizah duygusu ile anlatan bu seriyi oğlumla birlikte okurken çok eğlenmiştik. Filmin yapımcısı bizzat Jeff Kinney'nin kendisi olunca, kitabın ruhu başarılı bir şekilde filme de yansımış. (7,5)

16 Eylül 2010

83. The Chaser

Oldboy'u izlemiş ve beğenmiş olanlar parmak kaldırsın, diğer arkadaşları Hollywood salonumuza alalım. 2003 yılında bize Oldboy'u hediye eden Kore sinemasından yeni bir sarsıcı hikaye. Yine çok iyi bir gerilim, senaryoda yine hiç beklenmeyen sürprizler ve yine şok eden bir final. Ama en baştan uyarmak lazım: Kore sinemasına (ve genelde Asya sinemasına) aşina değilseniz ve perdede görmek istediğiniz -klişe de olsa- "happy ending"ler ise, bu film size göre değil. Eşim "ay içim karardı" diyerek kalktı filmin başından. Ben ise filmin kapanış jeneriği akarken, reklamdaki Behlül gibi "vay... vay... vay... vay" diyordum içimden. Seul'de yaşanan gerçek bir seri cinayet olayından beyazperdeye aktarılan Chaser, sağlam konusu, enfes oyunculukları ve usta işi yönetimi ile kült bir gerilim örneği. (8)

15 Eylül 2010

84. Salt

Salt üç J'nin karışımı olmuş: Biraz James Bond, biraz Jason Bourne (The Bourne Identity), biraz da Jack Bauer (24). Tabii en önemli fark, kahramanımız bu tür casus aksiyonlarında alışılageldiği üzere bir erkek değil. Aslında yapım aşamasında başrol önce Tom Cruise'a teklif edilmiş, daha sonra şartlar uyuşmayınca Angeline Jolie'ye dönülmüş. İyi ki de öyle olmuş: Filmin aslında oldukça demode olan öyküsüne (soğuk savaş hikayelerini hala ilginç bulan var mıdır) Angelina Jolie müthiş bir enerji katmış. Jolie, film boyunca atlıyor, zıplıyor, uçuyor ve sahnelerin çoğunda dublör kullanmıyor. Öyle ki filmin alternatif ismi "Run Angelina Run" da olabilirmiş. (7)

9 Eylül 2010

85. The Karate Kid


1984 yapımı Ralph Macchio'lu ve Bay Miyagi'li (rahmetli Pat Morita) orjinal Karate Kid, zamanında kendi çapında bir fenomen yaratmış ve dört filmlik bir seriye dönüşmüştü. 26 yıl sonra çekilen bu yeni Karate Kid aslında orjinal formülü bire-bir adım adım takip ediyor. Ve bunu şaşılacak şekilde başarıyla yapıyor. Filmin bence en büyük gücü küçük oyuncu Jaden Smith. Meşhur Will Smith'in oğlu Jaden son derece sempatik ve inandırıcı oyunu ile tüm filmi sırtlayıp götürmüş. Jackie Chan ise her zaman alıştığımız aşırı enerjik ve neşeli hali yerine, yaşlı tesisatçı / kung fu ustası Bay Han rolünde olgun ve sakin bir ton tutturmayı başarmış. 80 sonrasında doğmuş gençleri, ya da orjinal seriyi hiç görmemiş büyükleri Karate Kid'le tanıştırmak için çok iyi bir fırsat. (7,5)

2 Eylül 2010

86. Inception

Inception'ı izledikten sonra sinemadan çıkarken insan garip bir şekilde rüyada olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Öte yandan, filmler de karanlık bir salonda hep birlikte paylaştığımız rüyalar değil midir zaten? Sinemayı "sosyal" bir sanat/eğlence yapan da bu değil mi? Inception birden fazla kez izlenmeyi hak eden (hatta belki de gerektiren), üzerinde uzun uzun konuşulabilecek son derece ilginç bir film. İlk olarak Memento ile dikkatimizi çeken, The Dark Knight ile ise "has yönetmenlerim" arasına girmeyi başaran Christopher Nolan yine usta işi bir yapıtla karşımızda. Filmi özetlemek kolay değil: İnsanların rüyalarına girip zihinlerini okumayı ve orada gömülü fikirleri çalmayı beceren uluslararası hırsız Cobb ve ekibi son bir "iş" için bir araya geliyorlar. Bu kez amaçları bir fikri çalmak değil, başkasının zihnine bir fikri ekmektir, tıpkı tohum eker gibi... (ki filmin orjinal adı "inception" da buradan geliyor). Nolan'ın en iyi filmi olmasa da (o şeref hala siyahlar giyen bir şövalyeye ait) bu senenin kesinlikle en iyi filmi. Öncelikle sinemada izleyin (hala gösterimde), sonra DVD'si çıkınca bir kez de evde izleyin. (9)

87. The Expendables

Şüphesiz bu yazın en çok beklenti oluşturan filmi. Lise ve üniversite yıllarıma eşlik eden 80'li 90'lı yılların aksiyon yıldızları tam kadro aynı filmde buluşuyor. Hatta afişte adı geçmese de eski Terminatör yeni California valisi Arnold da kısacık bir rolde görünüyor. Bir tür Real Madrid'in (Los Galacticos) sinema versiyonu gibi olmuş. Ancak ekip bu kadar kalabalık olunca, bir "karakter gelişimi"nden filan söz etmek mümkün değil; herkes sanki 1-2 cümle edip sahneden çekiliyor. Bu adamlar kimdir, nedir, birbirlerini nerden tanıyorlar, bu eğitimi nereden almışlar belli değil. Mesela kadroda Jet Li'yi görünce ne beklersiniz? Şöyle dört dörtlük bir kung fu sahnesi, değil mi? Ama hayır, o da kankalarına uyup işini daha çok tabanca tüfekle hallediyor. Aksiyon sahneleri deseniz, sanki kamera hep fazla yakına girmiş gibi, kimin kimi vurduğu belli değil. Filmin çekim öyküsünü izlemiştim, Dolph Lundgren şöyle diyor: "Çekimler sırasında, sanki yıllar sonra bir araya gelmiş liseli sınıf arkadaşları gibiydik, çok eğlendik". Maalesef biz o eğlenceyi yaşayamadık. (5)

88. A-Team

80'li yılların popüler TV dizisinden uyarlanmış "beyinsiz" bir aksiyon daha. Arada Liam Neeson'a yazık olmuş, filmi kurtarmak için epey çabalıyor ama yetmiyor. Aksiyon sahnelerindeki fizik kurallarına meydan okuyan abartılar, bir süre sonra "galiba çocuk filmine geldim" dedirtiyor. Aksiyonun aralarına serpiştirilen espriler güldürmekten uzak (akıl hastanesindeki 3 boyutlu film gösterimi sahnesini ayrı tutuyorum, sanırım sadece orada güldüm). (5)

10 Ağustos 2010

89. The Losers

Çok ciddiye alınacak ve üzerine uzun uzun yazı yazılacak bir film değil. Özetle: Bol bol silah, patlama, çizgi roman tarzında bir tempo (zaten bir çizgi romandan uyarlanmış), ama diğer taraftan oldukça düşük bir zeka düzeyi. Başka bir işiniz yoksa ve androjen seviyeniz yükselmişse, evde vakit geçirmek için izlenebilir. (6)

90. Date Night

Bizde pek tanınmayan, ancak Amerika'da oynadıkları televizyon dizileri (The Office, 30 Rock) ile hatırı sayılır bir şöhrete ulaşmış Steve Carell ve Tina Fey'i ilk kez bir araya getiren bir komedi. Aslında evli çiftimizin monoton hayatının anlatıldığı ilk 20 dakika boyunca film hemen hemen hiç güldürmüyor ve "acaba yanlış filme mi geldik" endişesi yaratıyor. Romantik bir akşam yemeği sonrasında bir dizi tesadüfler sonucu kötü adamlarla başlarının belaya girdiği sahneler ile birlikte film hareketlenmeye başlıyor. Ancak yine de senaryo çok sağlam değil; filmi Carell ve Fey'in üstün performanslarının ayakta tuttuğunu söylemek lazım. Onların yerine başka bir ikili olsaydı (örneğin Sarah Jessica Parker ve Matthew McConaughey ile) film çekilmez olabilirdi.(6,5) 

2 Ağustos 2010

91. Clash of the Titans

Evet, ortada oyunculuk diye bir şey yok. Evet, sözde Yunan mitolojisine dayanan senaryo bir sürü yanlışla dolu (örneğin mitolojide Perseus Poseidon'un oğludur, Zeus'un değil, vs..). Evet, görsel efektler de öyle ahım şahım değil. Ama bu kendi çapında, yani "B-movie" dediğimiz türde gayet de tatmin edici bir film. Bir kere her fantastik ve destansı mitolojik filmi Lord of the Rings ile kıyaslama hatasından sıyrılmak lazım. Sonuçta başı sonu belli, hikayesi belli bir sürükleyicilik içeren eğlenceli bir seyirlik var karşımızda. Beklentiyi düşük, patlamış mısırların boyunu yüksek tutun. (7)

1 Ağustos 2010

92. The Rebound

Sarsıntılı bir boşanma sürecini atlatmaya çalışan ve büyük şehire taşınıp kendine yeni bir hayat kuran 42 yaşındaki bir annenin (Catherine Zeta-Jones) 24 yaşında -ama o çocuksu haliyle daha da küçük görünen- bir genç ile aralarındaki yakınlaşma. Biliyorum konuyu okuyunca "sıkıcı ve klişelerle dolu bir romantik komedi" diye düşünüyorsunuz, ama film o kadar da kötü değil. İyi yazılmış diyaloglar, gerçek hayattan kopup gelmiş ve küçük kusurlarına rağmen sempatik karakterler filmi ilginç kılıyor. Filmin sonlarına doğru dünyayı dolaşmaya çıkan Aram karakterinin Türkiye'ye de uğraması ve Ortaköy'de Saadet Işıl Aksoy ile çekilen sahneler, filmin bizler için ilginçliğini arttıran diğer bir detay. (6,5)

30 Temmuz 2010

93. Brooklyn's Finest

Denzel Washington'ın yıllar sonra ilk Oscar'ını almasına vesile olan Training Day'in yönetmeni Antoine Fuqua bir kez daha polislerin dünyasına karanlık ve sert bir bakış atıyor. Film, Brooklyn'de görev yapan ve her biri farklı geçmişlere sahip üç polis memurunun hikayelerini birbirine paralel bir şekilde anlatırken, Richard Gere, Don Cheadle ve Ethan Hawke'dan oluşan başrol üçlüsü etkileyici performanslar sunuyorlar. Solda gördüğünüz afişteki illüstrasyonun tersine film boyunca bu üç karakter hiç bir araya gelmiyor, ta ki silahların konuştuğu o ilginç finale kadar. Biraz izleyicisinden sabır isteyen, depresif bir seyirlik. Ama iyi bir "film noir/kara film" örneği. (7)  

28 Temmuz 2010

94. Daybreakers

Bu filmin herhalde en büyük şansızlığı, her taşın altından bir vampirin çıktığı (Twilight, True Blood, vs..) böyle bir dönemde gösterime girmiş olması. Ama bu oldukça farklı bir vampir hikayesi. Yıl 2019; bir salgın sonucu dünyadaki neredeyse tüm insanlar vampire dönüşmüş. Vampir ırkının devamı için kalan bir avuç insanın kanı çok değerli hale geliyor. Bir yandan vampirler insanları avlamaya devam ederken, kendisi de bir vampir olan adamımız Ethan Hawke bir grup insanla işbirliği yaparak tüm vampirleri yeniden insana dönüştürecek bir sırrın peşinde koşuyor. İyi bir bilimkurgu/gerilim, ben beğendim. Eğer bu sene bir adet vampir filmi izleyecekseniz, izleyeceğiniz film insanın içini bayan Alacakaranlık saçmalıkları yerine bu olsun. Ama filmin David Cronenberg'i kıskandıracak kadar kanlı olduğunu da söylemem lazım: 100 dakika boyunca kimse sessiz sedasız ölmüyor, ya kafalar kollar kopuyor, ya da  vücutlar bomba gibi patlayıp etrafa saçılıyor. Midesi hassas olanlar dikkat. (7,5)

27 Temmuz 2010

95. Banlieue 13

Bu sene, bir alt maddedeki Ultimatum önüme gelince, öncelikle 2004 yapımı ilk filmi izlemem gerekti. Luc Besson'un senaryosunu yazdığı ve Pierre Morel'in yönettiği Banliyö 13 aksiyon meraklılarını fazlasıyla memnun edecek bir Fransız filmi.(Söyleyin bakalım, Besson/Morel ikilisini başka hangi filmlerden hatırlıyoruz? Cevabı bu paragrafın sonunda). Elbette sinema sanatına yepyeni ufuklar açacak oturaklı bir eser bekleyenler başka yere baksınlar. Ama istediğiniz, bir dakika durmayan çılgın bir tempo, müthiş akrobatik hareketler ve güzel uzakdoğu dövüş sahneleri ise Banliyö 13 tam size göre! Filmin başrol oyuncularından David Belle aynı zamanda Parkour denilen ve kısaca "metro otobüs filan kullanmayıp gideceğiniz yere bir çatıdan diğerine hoplayarak ulaşmak" şeklinde özetleyebileceğimiz modern çağ sporunun mucidi.(Yukarıdaki sorunun cevabı: Taken ve From Paris With Love) (7,5) 

96. Banlieue 13 - Ultimatum

Luc Besson 2004 yapımı Banliyö 13'teki formülü altı yıl sonra aynen yeniden uygulamış. Öyle ki, benim gibi iki filmi arka arkaya izlerseniz sanki tek bir uzun filmi iki taksitte izlemiş gibi hissediyorsunuz. Herşey aynı (tek fark bu kez yönetmen koltuğunda Patrick Alessandrin var), ama doğrusunu söylemek gerekirse bu tekrardan pek şikayet eden de yok. Çünkü yine müthiş kovalamaca sahneleri, yine hiç durmayan bir aksiyon. Bu kez parkurcu David Belle'den çok, kung fu'cu Cyril Raffaelli daha bir ön plana çıkmış.  (7)

24 Temmuz 2010

97. Knight and Day

Amerika'da yaz aylarında gösterime çıkan filmler genelde bol bütçeli, bol patlamalı, bol bilgisayar efektli ama akıl fikirden yoksun aksiyon filmleridir (örnek: Transformers, A-Takımı, vb..). Knight and Day'in bir aksiyon/komedi olduğunu duyduğumda açıkçası beklentim hiç de yüksek değildi. Hatta fragmanını gördükten sonra da filmin içi boş bir eğlencelik olduğuna dair korkularım devam ediyordu. Ah ama ne güzel bir yaz sürprizi! Birincisi, bu film gerçekten çok eğlenceli. Amerikalı eleştirmenler böyle durumlar için "a roller-coaster ride" derler, biz Türkçe'ye "sanki lunaparkta 2 saat geçirmişsiniz gibi" diye çevirelim. Gerçekten de öyle... İkincisi ise, bu hiç de "içi boş" bir eğlence değil. Senaryo çok iyi yazılmış, espriler belli bir zekanın ürünü. Tom Cruise ve Cameron Diaz çok iyi bir ikili oluşturuyorlar. Artık yaşlanmaya başladıkları yüzlerindeki çizgilerden açıkça belli olsa da, aralarında bu tür aksiyon ikililerinde ender gördüğümüz bir kimya mevcut. Cruise ve Diaz'ın daha önce Vanilla Sky'ı da performansları ile çakılmaktan kurtardıklarını hatırlatalım. Sonuç olarak, yorucu bir iş günü ya da haftası sonrasında sinemaya gidiyorsanız, tüm stresinizi alacak, gerçekten eğlenceli bir seçenek. (8)

23 Temmuz 2010

98. Toy Story 3

Bu blogun okurları animasyon sinemasına olan ilgimi zaten biliyorlar. İyi bir animasyonun sadece çocuklara yönelik olmadığını bir kez daha anlatmama gerek yok. Toy Story 3, serinin daha önceki halkalarından alıştığımız yüksek standardı koruyor, hatta zaman zaman onların üzerine çıkıyor. Öyle ki, bu filmin 2010'un en iyi animasyonu olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Komik ve heyecanlı sahnelerin yanısıra bu üçüncü (ve belki de son) Toy Story özellikle de yetişkinler için son derece duygusal  bazı dakikalar da vaat ediyor. Filmin sonunda yanımdaki oğluma çaktırmadan gözyaşlarımı silerken, Andy'nin oyuncaklarına vedasından neden bu kadar etkilendiğimi düşündüm. Cevabı şu: Hepimizin çocukluğumuz ile hala çok kuvvetli bağlarımız var ve bu hikaye hayalden oyunlar kurduğumuz o en saf, en masum ve en özgür dönemimizi bize hatırlatıyor. Çocuğunuzu alın ve Oyuncak Hikayesi'ne gidin. Çocuğunuz gelmezse, siz yine de gidin (8,5)    

10 Temmuz 2010

99. From Paris With Love

The Big Blue, Nikita ve Leon gibi filmleri ile zamanında bizleri mest eden Fransız yönetmen Luc Besson, son yıllarda yeni bir geçim kaynağı buldu: Bir Hollywood yıldızını Paris'e getirip, senaryosunu bizzat yazdığı ve yapımcılığını üstlendiği aksiyon filmlerinde oynatmak, yönetmenlik koltuğunu ise daha genç Fransız yönetmenlere bırakmak. 2008 yılının bence en başarılı aksiyon filmlerinden Liam Neeson'lı Taken'da bu formül işe yaramıştı. Ancak Taken'ın yönetmeni Pierre Morel'in Luc Besson'la üçüncü ortaklığı (birincisi bizde pek bilinmeyen Banliyö 13'tü) maalesef ki o seviyenin çok uzağında. Taken'daki gerçeklik duygusu gitmiş, tamamen klişelere dayanan ve inandırıcılıktan çok uzak bir öykü gelmiş. "Ah ne sevimli ikili" dememiz beklenen Travolta ile Rhys-Meyers arasında ise o kimyadan eser yok. Ha, ama "senaryo derdimiz değil, arkadaşlarla toplandık, şöyle birkaç güzel patlama sahnesi olsun, bizim olsun" diyorsanız, buyrun, bira, cips ve çerezin yanında sevgilerle tüketin. (5,5)